Corona sonrası hayata dair birkaç cümle…
Pandemi!
Sözcüğün kendisi bile korkutucu! İnsanlık hafızasının karanlık/ağır/acılı ölüm hikâyelerine tekabül ediyor. Çaresiz çırpınışları hatırlatıyor.
Ürkütücü bir sözcük! Korkutucu!
Corona…
Nerden beslendi, nasıl gelişti, kendini nasıl var ediyor… Onlarca teori havada uçuşuyor.
Tabi ki bu teorilere girmeyecegim. Bu sürecte yeniden gündeme gelen ekolojik perspektif tartismalarini iceren -yillar önce yazdigim- yazilara acis niteligindeki bu kisa notlara; neler olup bittiğini, büyük bir hızla yaşanan bu altüst oluşu anlamak için yüksek sesle düşünmeler diyelim. (‘’büyük bir hızla yaşanan bu altüst oluş’’ ifadesi çok da doğru değil sanırım; çok uzun zamandır adım adım, göstere göstere geldi ve tabi ki körlük/aldirmazlik/kolaycilik/fayda ve diger milyon sebep insanlığın yine hazırlıksız yakalanmasına neden oldu ya, bu ayri bir tartisma!)
Buradaki birkac cümlenin meselesi Corona virüsü değil, bir şekilde önlemlerle atlatılacak; daha önceki salgınlarda olduğu gibi; mesele edinilen, virüsün açığa çıkardıkları!
Tabletlerimizi, akıllı telefonlarımızı elimizden bırakamıyoruz!
Her anımızın kontrol altında olduğunu biliyoruz. Çoğu zaman kendimize otosansür uyguluyoruz!
Derelerin önüne çekilen bentlerle suların yön değiştirmesi gibi digital dünya tarafından farklı bir akışa, farklı bir kanala doğru yönlendiriliyoruz! Bu akışa katılmazsak izole olup kuruyacağız! Aslında bin yıllardır böyle yaşıyoruz da, bu son yönlendirmelerin –yapay aklın payının çok yüksek olması nedeniyle de- henüz ne sonuçlar verebileceğini tam olarak göremiyoruz! Uzun zamandır yıkılıp giden ‘’İyi ya da kötü’’, ‘’doğru ya da yanlış’’, ‘’gerçek ya da hakikat’’ … türünden toplumları bir arada tutan değer algılarının yerine konabilecek yeni değer algıları oluşturmak için düşünmeye süzüp analiz edip ortak kararlar almaya daha fazla vakit kalmadı. Algoritmalara hangi degerler yüklendi, hangi degerler yükleniyor, hangi degerler yüklenecek?…. Savas mi, baris mi, yarisma mi, dayanisma mi, ne tür/hangi dayanisma, aykiri olani dinle mi yoksa yok et mi?….. Kim, neye nasil, neye göre kararlar veriyor, ya da artik ortada kararlar yok, akisin kendisi coktandir yola cikti ve artik kendi kendini mi doguruyor?… Bir cok soru var! Akış hızla içine çekiyor, geride kalan –usulca değil, artık daha da hızla- kuruyup yok olacak. İnsanlık bu yeni zekânın/yeni organizmanin hızına yetişemiyor!
Bunlar yeni bilgiler değil, sadece geliyor denilen ama tam da şimdi içinde yaşadığımız hal!
Bilinmezlerle dolu bir süreç… Şirazesinden çıkmış, çözümsüzlükler içinde battıkça batan toplumsal model!
Tamamen yanılma ihtimalini de saklı tutarak sezgilerimin söylediklerini özetleyeyim; çok uzun zamandır yapay zeka üzerinde çalışanların vurguladıkları yaşam biçimi artık kapımızda değil; odalarımızda, beyinlerimizin içinde! İzolasyon sürecinde yalnızlık, boşluk iletişimsizlik korkusuyla yapışıp kaldığımız dijital dünyayı gönüllü davetimizle… İyi ya da kötü değil, zorunlu geldiğimiz hal bu!
Neden şimdi? Henüz planlı mı, rastlantısal mı olduğunu bilemediğimiz bu zamanlama neye tekabül ediyor?
Cok kisa bir süre gecmis olsa bile hatirlamak zor, yine de birkac ay öncesinin hafizasini zorlayalim; Neredeyse dünya ülkelerinin tamamında ezilen geniş kitleler, sistem muhalifleri ayaktaydı. Onlarca, yüzlerce sebepten… Ve dünyanın bütün ezilenleri birleşmeye buluşmaya, birbirinden aldıkları dayanışmayla kendi dar alanında hükümran sistemlere karşı gedikler açmaya başlamıştı. Sistemleri ‘’yıkabilecek’’ demeyelim ama çokça da zorlayan gedikler…
Türkiye’de bütün baskılara rağmen, muhalefetin, nedensiz-gerekçesiz tutuklanmalarına, özgür basına vurulan ağır darbelere rağmen mücadele giderek yükselirken… Fransa’da sarı yelekliler sistemi zorlarken… Hong Kong inatla direnirken… İran’da kadınlar hak kazanımlarını genişletirken… Örnekler çok… tek tek saymaya gerek yok… Milyonlarca kadının dünyanın bütün sokaklarında otoritelere karşı ‘’suçlu sensin’’ dansında buluşması yeterli bir örnek. Meksika’da Adalet Bakanlığının kapılarına bile dayanmışlardı…
Korku eşiği çoktan aşılmıştı!
Derken Corona geldi!
Dis-ütopik deneysel bir toplumsal yaşam(!) simülasyon süreci! Yeni bir izolasyon süreci! Dogru ya da yanlis, gerekli ya da gereksiz… ama bir tür toplumsal histeri!…
Türkiye’de -ve belki bircok baskici ülkelerde de- çok sık uygulanan bir yöntemdir; ne zaman geniş kitleler bir araya gelmeye başlasa, devlet bu bir araya gelmeyi parçalayacak gündemler yaratır… Küçük ayrışmalarla yeniden birbiriyle uğraşmaya başlayan insanlar, yine yeniden çok uzun süreler bir araya gelemezler… Bu oyunların her seferinde birçok kişi şu soruyu sormadan edemez ‘’bu sefer kitlelerin gözlerinden kaçırılmaya çalışılan ne?’’
Gözden kaçırılanların da ötesinde, hükümran yeni oyunlar kuracak zaman kazanır, kendi kendini tazeler… Bu böyle sürüp gider…
Nedense Corona krizinin ilk günlerinden beri bu mesele kafamı kurcalayıp duruyor.
Tam da dünya ezilenleri birbirini etkileyip, plansız programsız ama bir tür dönemsel rüzgârla otoriteryan modellere, kapitalizmin artık daha fazla sürdürülemez önermelerine karşı birlikte hareket etmeye başlamışken…
Devletler keselerini açtılar… Tabi ki iyi niyetlerle! ‘’Kurtarma Bütçeleri’’ adı altında halka dağıtılmaya başlandı! Ve bu iş bittiğinde insanlar şunu söyleyecek; ‘’iyi ki devletimiz varmış, bizi unutmadı, hayatta ve ayakta kalmamızı sağladı! Şükredelim!’’ Muhtemelen kimse şu cümleyi etmeyecek ‘’toplumsal ihtiyaçlarımızı çözesiniz diye benim de rızamla zaten benden almıştın, bana geri verdiğin için sana teşekkür etmeyeceğim!’’
Sistem yeniden kendini yenileyecek zaman kazandı. Komplo teorilerine sapıp Corona bunun için çıkarıldı demeyeceğim elbette ama, iyi kullanılıyor gibi görünüyor diyebilirim. Can korkusu ile gönüllü izolasyon… Dayanışma ağlarını kıracak bundan daha iyi bir ilaç olabilir miydi, bilemiyorum!
Bu mesele fena kafamı kurcalıyor.
Evet, dünya doğası yolculukların, uçuşların kısıtlanmasıyla, tüketimin temel ihtiyaçlara indirilmesi nedeniyle kısmen bir nefes aldı gibi görünüyor. Bu, işin en olumlu yanı! Ama tüketim mekanizmalarına karşı yeni bir sorgulama süreci geliştirilmediği, tüketim/iletişim/yönetişim alışkanlıklarının radikal bir şekilde değiştirilmesi tartışılmadığı müddetçe bu tür kriz süreçleri sonrası tam da tersi tüketim patlaması, yeniden örgütlenme sorunları, güvenlik politikalarının daha da sertleşmesi ile yeni komplike bir silahlanma dalgası, baskici yönetimlerin derinleşip kendini daha fütursuzca dayatması gibi sorunların yaşanmayacağını kim garanti edebilir?
Bu süreci insanlık nasıl atlatacak, neye dönüstürecek? Soru bu! Cin bir metod olusturuyor, Yeni Zelanda da… Baska irili ufakli denemeler var. Brezilyada Kuzey Suriyede… Bilindik, bilinmedik bircok alanda… Muhtemelen yeni dünyanin tartisma alani yeni degerler sistemi arayislarinda dügümlenecek.
Aslında çok uzun zamandır dar alanlarda bile olsa iğneyle kuyu kazar gibi geliştirilen Ekolojik yaşam modelleri tam da bu günleri öngörerek tartışılıyordu. Sistem buldozerlerle üzerimizden geçip giderken çok ‘’naif yaklaşımlar’’ olarak değerlendirildi ne yazık ki! Sözde önemli, ama hayatta bir karşılığa dönüştürecek derinlikte ele alınmadı. Dünya iklim zirvelerinde sistem üreticilerince oluşturulan manipülasyonlar sarmalı da tartışmaları yine sermayenin kontrolüne bıraktı, derinleşme çalışmalarının önünü iyice kesti, silah sanayi basta olmak üzere topyekün üretim zinciri, büyüme ekonomisi masaya yatirilmadan meselenin özünü gözlerden kaciran paliyatif cözumlere yönlendirdi. Ekolojinin ekonomiden yönetişim bilimlerine, doğa/fizik/biyolojiden sosyolojiye varan disiplinler arası bir alan olduğu göz ardı edilerek sadece ‘’çevre-kültür sorunları’’ perspektifiyle ele alınması kolaycılığında takılıp kalındı.
Ekoloji alanında çalışmak akıntıya kürek çekmek gibiydi. Zaten Ekolojik modellerin ortaya çıkmasının sisteme özünden darbe vuracağını bilenlerin engellemeleri bir yana, destekleyenlerin meseleyi küçümseyerek ötelemesi çalışmalarda ciddi girdaplar oluşturdu ne yazık ki!
Şimdi gelinen nokta, sosyal izolasyon nedeniyle, tüm alanların özellikle de birlikte direniş alanlarının digital dünyanın kontrolü altında olduğu, paradoksal olarak digital dünyanın sunduğu nimetler nedeniyle kolaylaşmış gibi görünse bile kontrol mekanizmaları nedeniyle aykırı örgütlenmelerin çok daha zor olduğu bir yaşam!
Belki de geç kalınmış gibi görünse bile; filmi biraz başa sarıp, eski kadim bilgileri, şimdiye kadar yapılmış bütün ekoloji çalışmalarını da yeniden gözden geçirip, ayıklayıp yeni bir model arayışını ciddiye alma zamanıdır!
Yoksa yine ‘’çok naif bir önerme’’ mi diyeceksiniz? Ya da “ütopya yazilari”… Olabilir!
Aşağıdaki notlar 2011 – 2014 yılları arasında yapılmış, baskici, merkezi yapilanmalara, tüketim toplumu degerlerine karsi dayanisma ekonomisi uzerinden disiplinlerarasi bir model arayisi, yeni toplumsal sözlesmeler, yerel radikal demokrasi arayislari çalışmalarınin kısaltılmış versiyonlarıdır. Kısaltılan kısımlar çoğu teorik açıklamaların detayları ve bölgeye özel uygulama pratik önermeleridir. Burada verilen kaynakların dışında pek çok kaynak taranarak geliştirilmeye çalışılan fikrin ana hatları korunmaya çalışılmıştır.
Burada dile getirilmeye calisilan görüsler, her ne kadar Ortadogu cografyasinda barisin anahtarlarindan biri olarak Kürt sorununun demokratik cözüm arayislari gibi lokal bir noktadan hareketle yazilmis yazilar olsa da, ele alinan doga ile barisik ekolojik yasam modeli arayislari küresel iklim sorunlari gibi konularla direk iliskisi nedeniyle de bütün dünyanin temel sorunsali olarak ele alinmasi zorunlu konularin basinda geliyor.
Umarım bu yazılar yanlışıyla-eksiğiyle hayatı ekolojik temelde yeniden örmenin düşünce ve uygulama pratiğine kapı aralar, bu alanda dünyanin farkli yerlerinde yapilmis bircok degerli calismayi yeniden ele alip, yeni fikirlerin üretilmesine katkıda bulunur.
Nürnberg, 20.Mart.2020
EKOLOJİ YAZILARI- I
DEMOKRATİK ÖZGÜR YAŞAM İNŞASINDA EKOLOJİ PARADİGMASINA
DAİR NOTLAR
Bu notlar; uzun, gri soğuk bir kış günü; kimyasal silahlarla kararmış bedenler biber gazları ve zılgıtlar arasında toprak ananın koynuna sunulurken omzuma konan doğum gününü şaşmış bir kelebeğin kulağıma fısıldadıkları ile yazılmaya başlandı. Uzun sarı sıcak bir yaz günü tamamlanarak paylaşılma kararıyla sizlere konuk oldu.
Toprak; gencecik bedenlerin bu zamansız gelişini reddedercesine sertti. Bir ananın ‘’Aşk olsun, ey toprak; doymadın mı hala… Aşk olsun, doymadın mı?’’ diyen sitemli yakarışına cevapla koynunu açmakta direndi.
Kitleler akın akındı. Doymayanın gazına, copuna, tomasına rağmen akın akındı. Şaşmış kelebek, zehirlere bulanmış son nefesini verdi. Omzumdan sıyrılarak acıdan kör olmuşların ayakları altında ezilerek toprağa karıştı. İnsan algısıyla yüzyıllar gibi süren o bir anda; bildiği, gördüğü, biriktirdiği ne varsa, anlayabileceğim kadar anlatıvermişti.
Bir halk neden kendini ateşlerden ateşe atar? Yaşam/ölüm/yaşam döngüsünde kaos aralığının yolunu nasıl görür ve bütün bedelleri göğüsleyerek oradan kendini yeni bir dönüşüme nasıl bırakıverir? Bu dönüşüm evrimin, devrimin nerelerine tekabül eder?
Cevaplar, sorular gibi biraz karmaşık, bir o kadar da yalın; izafiyetin binlerce kapısından geçerek insani birikimlerin, algıların, yargıların sınırında dolanır durur.
Her varoluş evrene özgün değerler sunar. Bu değerlerin açığa çıkmasının, beslenmesinin onun olumlanması ile geliştiği hakikati, yok sayma edimini mahkûm eder. Bütüncül dönüşüm dışında; bir tek var oluşun diğerinin yanılsamalı faydası uğruna yok sayılması, hayata dair çözümlemelerin birini ortadan kaldırır. Bu evrensel harmoninin zedelenmesidir. Zedeler arttıkça evrensel bütünlük giderek daha çok yaralanır.
Yoksanan kimi var oluş, zoraki rızaya teslim olur… Kimi var oluş, teslimiyetin reddini kutsar, isyan eder. Yoksanmanın acısını bilenler; evrenin duygusal zekâsının çağrısına cevap verircesine, mıknatısla çekilmişçesine çözümleme gücü yüksek bir Bilge’nin, bir ateş topunun etrafında toplaşır. Onlar ‘’Talebeler’’dir. Talebeler talebeleri izler. Kolektif akıl, kolektif duyu, kolektif aşk ile. Kavranması güç; görülmeyen; duyulmayan ışın ağları gibi yok ediciyi sarar, sürüklerler…
Çatışmalar, savaşlar…
Göz gözü görmez, dil dili duymaz… duyular, duygular körleşir. Kaosun yeni bir denge aralığına sürülen zorbanın tek bir seçeneği bu aralıktan geçiştir. Orada uzlaşma yaratılır. Sahici barışa yollar döşenmeye başlar.
Barışın inşa süreçleri evrensel harmoninin hatırlanması gereken zamanlardır. Var oluş değerlerimizin; sahiden kim olduğumuzun, evrensel bütünlüğe hangi soluğu verdiğimizin; neden savaştığımızın hatırlanma zamanlarıdır.
Zemheri kelebeğinin son nefesi bu zamanlara da varacağımızın fısıltısıydı.
Ve şimdi, binlerce yıldır kaybettiğimiz ve doğa diye adlandırdığımız evrensel bütünlüğün sahici değerlerini yeniden gün yüzüne çıkarmaya çalışıyoruz. Eril zihniyetin egemenliğinde insanın kendini merkeze alma süreçleriyle birlikte üzeri örtülen dişil varoluşu yeniden yaşamsallaştırmaya çalışıyoruz.
Kaybettiğimiz özgürlüklerimizi yeniden inşa etmeye çalışıyoruz.
Evrenin bütüncül bağ olduğu bilgisini kaybettiğimizi, her yiten var oluşun yiten bir değer olduğunu; insanı merkez alarak, türcülüğe, hele hele insan türünün, bu türün de erkek cinsinin üstünlüğü köleliğine kendimizi kilitlediğimizi ifşa ediyoruz. Binlerce yıldır dayatılanın egemen ırkın, egemen soyların, egemen devletlerin tektipçiliğine mahkûm eden yaşamlar olduğunu, değişmesi gerekenin bu olduğunu söylüyoruz…
Toplumsal bir uzlaşıya varmakta artık oldukça da gecikilen bu söylem, başta Mezopotamya halkları olmak üzere, tüm kültürler, tüm halklar için önerdiğimiz Demokratik / Ekolojik / Cinsiyet Özgürlükçü toplum inşası, hayatı birçok boyutuyla temellerinden sorgulamayı gerektiriyor.
Mesela; sorgulamalardan kimi şöyle;
- İnsanı merkez alan türcülüğü sorgulamak, doğanın bütün var oluşlarındaki değerleri evrensel bütünlüğün kendisi olarak algılamak;
- Tüketim ekonomisini sorgulamak; Başta kadın olmak üzere tüm insanlığı, doğanın tamamını, kısaca tüm varoluşları ‘kullanım’’ felsefesi içinde egemenlerin ‘erk’lerini sürdürme aracı haline getiren tüketim toplumunu sorgulamak,
Tüketim toplumunun dayattığı ‘ihtiyaç’ algısını yeniden gözden geçirmek.
- İnsanın insan ve doğa üzerindeki ‘’sahip’’lik olgusunu sorgulamak
- Emek değerinin hiçleştirilmesi ile üretimin uzmanlaşmasını, üretime yabancılaşmayı sorgulamak,
- Bilginin uzmanlaşması üzerinden hegemonik yapıların iktidarının oluşmasını ve doğa toplumlarının hayata dair çözümlemelerini formüle ettiği kültürel birikimlerini hiçleştiren bilim felsefesini sorgulamak…
Benzeri daha yüzlerce sorgulamadan sonra yapılan önerme şöyle;
Özetle;
Demokratik/Ekolojik/Cinsiyet Özgürlükçü paradigma
- Hiyerarşik, iktidarcı yaklaşımları mahkûm eder,
- İnsanı/doğayı köleleştirmesi kaçınılmaz ‘’mülk’’ algısını reddeder,
- Devletsiz toplum, sınırsız dünya, ordusuz öz savunma felsefesini geliştirir,
- Doğadaki tüm var oluşlara saygıyla yaklaşır, eşitlik ve bütünlüğü içselleştirerek evrensel yasaların ahengi içinde tüm varoluşları olumlar.
Gözyaşı, çığlık, kan, ter, zehir, ölüm, kâbuslarla yaşanan ve bugün yöntemlerini değiştiren mücadele; yüzyıllardır kolektif, kültürel özgünlükleri yoksayarak; insanı ve doğayı köleleştiren hiyerarşik, iktidarcı eril zihniyetin hayata hâkimiyetinin reddi üzerinden yükseldi. Yeni siyasi süreç ise kültürel dokunun kesintili izlerini onarmanın, özgürlük alanlarını genişletmenin araçlarını değiştirmekle ifade edilebilir.
Barışın kapılarının aralandığını görenlerin, ağır mı ağır bir borcu var. Onurla ateşin içine yürüyenlere; Leviathan’ı dize getirenlere büyük bir borcu var. Yüzyıllardır hücrelere kadar sızan ‘’devletleşme halleri’’ni hücrelerden kazıyarak, evrensel bütünlüğün birbiriyle kaynaşmış var oluşunu gündelik pratiklerde yaşamsallaştırmak.
Alışa geldiğimiz, bildiğimiz bilim; insanlığın en önemli buluşunun tekerlek olduğunu söyler. -‘’Yarışmacı’’ bilginin ‘’en’’ kavramını tartışmayı bir kenara bırakarak- bir soru; ‘‘bu buluş neden ‘’ayna’’ olmasın?‘‘ Elbette ki büyük bir değer olduğunu reddedilemez ‘’tekerlek’’ insanlığı ‘‘hız‘‘a, köleliği modernleştiren teknolojiye, dayanışma yerine yarışma kültürüne taşımadı mı? Belki, ‘’ayna’’ gelmiş/geçmiş kültürel kodlarımızla kendimizi tanımaya, kendimizle yüzleşmeye, hakikatlerin binbir boyutunu görmeye/ifşa etmeye, adalet algımızı kolektif/komünal zemine taşımaya; paylaşma algılarımızı genişletmeye taşır.
Bizi bu aynaya taşıyacak; köleci kapitalist modernitenin demokratik moderniteye dönüşmesine, bunca mücadelenin zirveleşmesine götürecek olan ise; yukarıda başlıklar halinde temellerini vurgulamaya çalıştığımız ekolojik paradigmamızdır.
Ekolojik algı bir kelebeğin kanadını, bir ananın yanan yüreğini, kardan buzdan sıyrılarak güneşe ulaşan kardelenin kendini gerçekleştirme yolculuğunu duyabilmektir. Duru akan sudaki fırtınayı, aşkın ve sevdaların isyanını, ateşin arındırıcı yalazlarını görebilmektir. Var oluşun esrik dansına adımlamaktır.
Evren; kendi kendini doğuran asi çocuklarını sever. Onları kendinden bilir. Adları derinliklerinde, günü geldikçe geri gelmek üzere salınmaya devam eder…
Sanırım, bu çocuklara olan borcumuzu evrensel dansın ritmini yakalamayı başararak ödeyebiliriz.
2011 – 2012 tarihleri arası
EKOLOJİ YAZILARI- II
‘’TÜRCÜLÜĞÜ SORGULAMAK’’ doğanın bütün var oluşlarındaki değerleri evrensel bütünlüğün kendisi olarak algılamak; üzerine notlar..
‘’bir taşı bile yerinden oynatsan kırk yıl ağlar derler.’’
Şaman Galbı, Moğolistan Tuvası
Kelaynak kuşlarını tanıyor musunuz? Kafkas kelebeğini?? Ters laleyi??? ………. Ve daha.. daha.. daha…
Onlar ve daha niceleri zorunlu göçe maruz bıraktıklarımızdan.. insanın ‘’ihtiyaç’’ adı altında yaptığı faaliyetlerin neden olduğu zorunlu kayıplarımızdan… kaybettiklerimizden… kaybettirdiklerimizden…
‘’…Ve şimdi, binlerce yıldır kaybettiğimiz ve doğa diye adlandırdığımız evrensel bütünlüğün sahici değerlerini yeniden gün yüzüne çıkarmaya çalışıyoruz. Eril zihniyetin egemenliğinde insanın kendini merkeze alma süreçleriyle birlikte üzeri örtülen dişil varoluşu yeniden yaşamsallaştırmaya çalışıyoruz.
Kaybettiğimiz özgürlüklerimizi yeniden inşa etmeye çalışıyoruz.
Evrenin bütüncül bağ olduğu bilgisini kaybettiğimizi, her yiten var oluşun yiten bir değer olduğunu; insanı merkez alarak, türcülüğe, hele hele insan türünün, bu türün de erkek cinsinin üstünlüğü köleliğine kendimizi kilitlediğimizi ifşa ediyoruz. Binlerce yıldır dayatılanın egemen türün, egemen ırkın, egemen soyların, egemen devletlerin tektipçiliğine mahkûm eden yaşamlar olduğunu, değişmesi gerekenin bu olduğunu söylüyoruz…’’*
Bugün dönüştürmeye çalıştığımız ve insanlığı, doğayı yüzlerce yıldır esir alan ve ulus-devlet ile zirveleşen ‘’tektipçi yaşam sistemine giden yol çok uzun, çok acılı; ulus-devlet içinde yaşam ise bir avuç egemenin sahte mutluluğu uğruna milyonlara kan kusturan bir yaşam oldu. Ve nihayet belki defalarca bir yakarış gibi vurgulanan ‘’sürdürülebilir’’lik bu kez sanki sahiden tükendi.
Bu nedenle yıllardır ‘’tarihi kırılma’’ denilen sancılı dönemlerden birini yaşıyoruz. Sistemin egemenleri/yürütücüleri canhıraş bir şekilde yenilenme, yeni kan bulma arayışlarını daha da hızlandırıyor.
Artık aşikar ki; ‘’kaybedilmiş cennet’’/komünal özgürlük arayışındakiler ise bu incecik kaos aralığından çıkışı inşa etmek için daha da donanımlı olmak zorunda.
Bugünün kapitalist modernite algıları içinden geçmişe doğru bakarak süreçlerin birebir nasıl yaşandığını çözümlemek güç olmakla birlikte; egemenlik inşasında doğa toplumlarındaki temel algı değişiminin insanın kendisini diğer varoluşlardan üstün kılmasıyla başladığını görebiliyoruz. Doğadaki büyük-küçük tüm unsurların birer değer olduğu bilgisini ortadan kaldırarak ‘’insan için yaratılmıştır’’ vurgusuyla tüm var oluşları insanın hizmetine sunan tek tanrılı dinlere geçiş, aşama aşama gelen bu üstünlüğün adeta zirveleşmesi olarak karşımıza çıkıyor.
Doğanın savunucusu ve sembolü tanrıçaları -tarihin derinliklerinden tekrar geri gelmek üzere-sürgüne gönderen tanrılar ve ardılları eril tek tanrılı dinler; doğayı -ve elbette ki üretici dişil yaşamı, kadını- hoyratça ‘’adam’’ın kullanımına sunarak cennetten kovup, bize bugünlerin gücün iktidarı, iktidarın gücü cehennemini armağan eden kilit taşlarından biri oluverdiler.
Çokça göz ardı edilen bu nokta, demokratik modernite inşa süreçlerinde ve özellikle ekolojik perspektifin yaşamsallaşmasında büyük önem taşıyor.
Arınmamız gereken en önemli algısal bozukluklardan biri; insan türünün diğer türlerden üstünlüğü yanılsamasıdır.
Bu yanılsamanın aşılması; doğadaki diğer varoluşlar arasındaki hiyerarşi zincirini kıracağı gibi, dilimize pelesenk olmasına rağmen içselleştirilmemiş insanlar arasındaki eşitliğin sahiciliğini de garanti altına alacaktır.
Yüzyıllarca ‘’adam’’ın hükümranlığını güçlendirmekle kendini var eden bildiğimiz bilim, doğa karşısında güçsüz insan korkularını beslemeye devam etti. Korkulardan yarattığı iktidarlarla simbiyotik bir ilişki geliştirdi. Doğayı anlamak çabaları; onu yenmek, itaate zorlamak, kullanmak üzerine kuruldu. Türün iktidarını evrende başat kılmak için üretilen yok edici eril güç diğer canlı/cansız varoluşun da farklı duyarlıkları olduğu bilgisini görmezken, sadece insan düşünür; sadece insan araç kullanır, sadece insan hisseder, doğada zekâsı olan sadece insandır ve benzeri yanıltmalarla kendi zekâsını da hiçleştirdi.
Ve; doğadaki var oluşun yasaları insanoğluna sır, kadınlara ise sırdaş oldu. Şifacı kadınlar cadı, doğa güçlerinden yardım alanlar garip yabanıllar/ilkeller oluverdi.
Doğanın çözümleri gizlene saklana tarihin derinliklerinden süzüle süzüle var oluşunu bugünlere taşıdı. Musevilerden kabalada saklandı, İsevilerden cadı diye yakılan şifacı kadınlarda, Muhammedilerden ‘‘gizil güçlerin‘‘ temsilcisi yatırlarında saklandı. Dünyanın yüksek dağlarına, dağların medeniyet ulaşmaz özgürlüğüne, masalların sembolizmi içine sığındı. Saklandı da saklandı.
(Elbette ki, kapitalist modernitenin tıkanışını, bastırdığı bu kadim bilgileri yeniden kendince güncelleyip gündemleştirerek aşmaya çalıştığı gözlerden kaçmıyor. Yıllardır en çok satanlar listesinde ‘’Yüzüklerin Efendisi’’, ‘’Harry Potter’’, ‘’Merlin’’ vb. büyü üzerine kurulu eserler, sistem eliyle kurulmaya çalışılan ‘’Eko-Köyler vb. bunun habercisi değil mi?.)
‘’geçmişi ortadan kaldıramazsınız, bir gün geri gelmek üzere tarihin derinliklerinde gizlenirler’’
Latin Amerikan Kızılderililerinden
Bugün, artık nihayet yüksek sesle ‘’Toprak Ana’’nın da haklarından söz ediyoruz. Kapitalizmin tüketim alışkanlıkları adına incittiğimiz her doğa parçasının bir uzvumuzun yaralanması demek olduğunu, bu yara-bere içinde bugünlere vardığımızı görerek;
‘’Canlı/cansız tüm varoluşun birlikte oluşturduğu bir topluluk içerisinde, yani Toprak Ana’da, bir dengesizliğe yol açmadan sadece insanların haklarını tanımanın mümkün olmadığına ikna olduk; İnsan haklarını da garanti altına almak için Toprak Ana ve tüm varlıkların haklarını tanımak ve savunmak gerektiğini ve bunu yapan kültürlerin, uygulamaların ve yasaların var olduğunu söylüyoruz.’’
Şahmeran saklandığı yeraltından güzel yüzünü göstermek üzere…
ŞİMDİ EKOLOJİK SIÇRAMA DÖNEMİDİR; tek türcü insan egemenliğine son vererek; ‘tek’likle beslenen küresel sermayenin dayattığı yaşam modeli ve onun hukukunun, ekonomi modellerinin reddi üzerinden doğanın kolektif haklarını gözeterek, tüm farklılıkların kendi kültürel değerlerini açığa çıkararak yaşamı yeniden örme dönemidir.
Bu yaklaşımın pratikteki anlamı; ‘’farkındalık’’da, yani ihtiyaçlarımızı karşılarken incittiğimiz, zarar verdiğimiz, yok ettiğimiz varoluşları görebilmeyi başarmakta gizli gibi görünüyor.
Artık, -kapitalizmin sürdürülebilirliğinin tehlikeye düştüğü bu aşamada- açığa çıkmasının belli bir olgunluk düzeyine eriştiği bu farkındalık; ihtiyaç algımızı yeniden gözden geçirmeye –minimize etmeye- ve ardından (bireysel / kolektif) üretim alanlarımızı sanayi toplumunun; ürünü ve üreteni metalaştırarak değersizleştiren kitleselliği yerine, ‘’emek’’ kavramının değerinin iade edildiği, doğadaki bütün var oluşları üstünlük mekanizması üzerinden değil, birbirini tamamlayan unsurlar olarak gören toplum olgusunu ve bu bakış üzerinden ihtiyaçları diğer türlerin var oluşunu zedelemeden karşılamayı zorunlu kılıyor. Yeni ekonomi modeli arayışlarını doğadaki tüm varoluşları birlikte düşünerek tasarlamayı gerekli kılıyor.
2011 – 2012 tarihleri arası
- ’‘DEMOKRATİK ÖZGÜR YAŞAM İNŞASINDA EKOLOJİ PARADİGMASINA DAİR NOTLAR’’ başlıklı yazıdan.
- Toprak Ana Hakları Evrensel Beyannamesi’nden
EKOLOJİ YAZILARI- III
Devletsiz Toplum, Sınırsız Dünya!… (I)
düşler/gerçekler(!)
idealler/engeller
Devletsiz Toplum, Sınırsız Dünya!…
Ve onun doğaya/insana/özgür hallere değen ekonomi arayışları…
-I-
Rojava Devriminin yıldönümünde halk, ulus devletli sistemin egemenlik hesapları içinde insanlık değerlerini hiçe sayarak çiziverdiği sınırları aşıp devrim içinde devrim yarattı. Göz gözü görünmez gaz bulutu, öfke ve gözyaşları arasında halk, kararlılığı karşısında cılızlığını açığa çıkardığı Sykes-Pickot tellerini, yüzyıllık yalan sınırlarını aştı, -bunca yılın birikmiş duygu seli içinde- yaşayanların bile ne yarattıklarını tam olarak kavramalarının zaman alacağı bu sınır yıkımı eylemlerinin etkileri muhtemelen daha çokça tartışılacak. Ama özgürlük mücadelelerindeki yeri tartışmasız tekrar tekrar hatırlanacak.
Mezopotamya coğrafyasında egemenlik ilişkileri alt-üst olurken, Ortadoğu savaş güncesinde egemen sistemde derin gedikler açan onlarca olay ve direniş yaşanırken son bir haftada Amed, Batman, Wan’da Kürdistan coğrafyasının ekonomik döngüsünde önemli etkileri olacak ekonomi çalıştayları vardı. Ekonomik döngünün çoklu tarafları enerji politikalarından, tarım/hayvancılık, sanayi, finans, maliye sistemlerine kadar birçok konuda tartışmalar yürüttü.
Tüketim toplumunun köleleştirici etkileri, ‘büyüme’, ‘kar’, ‘finans’, ‘sermaye’, ‘kalkınma’, ‘yatırım’, ‘istihdam’, yoksulluk/zenginlik gibi neo-klasik iktisadın birçok kavramı masalardaydı. Küresel talana karşı yeşil ekonomi, yeşil istihdam, katılımcı/ekolojik/dayanışma ekonomisi gibi alternatif ekonomi modelleri de oradaydı.
Beklenebileceği gibi; geleneksel alışkanlıklarla var olanı ‘’iyileştirme’’ perspektifi ile; ‘’yeni bir yaşam/model mümkün’’ karşıtları arasında çokça ciddi gerginlikler yaşandı. Yine de Demokratik Özerklik temelinde hep beraber sorumluluk alma konusunda irade buluşması vardı.
Osmanlı dönemi talan/ganimet; üretim/tüketim politikalarını bir kenara bırakalım; Ermeni soykırımı da dahil olmak üzere 100 yıldır, etnik tektipleştirme üzerinden kültürel/ekonomik kendi doğal iç dengesi ile oynanmış; son 40 yıldır da kesintisiz sıcak savaşa mahkum edilerek üretimden koparılmış bir toplum gerçekliği ile yüzyüze olan Kürdistan coğrafyasının ekonomik gerçekliği tartışmaların odağındaydı elbette…
Yerel ihtiyaçların karşılanmasından; küresel dünya ile dengeli birliktelikte ölçek sorunu; sanayi/teknoloji ağırlıklı kalkınmacı çizgiden; kazanımların yaygın dağılımına dönük emek yoğun alanların öncellenmesi gibi bir uçtan bir uca savrulan post modern tartışmalar yaşandı.
Ama sonuçta, özetle; gerçekçilik(!) adına; ortaya -niyetlerden tamamen bağımsız, sahiden çözümmüş gibi duran- ‘’çoklu ekonomi’’ modeli gibi bir ortalama yol(!) önerisi çıkıverdi. Hem büyüme ekonomisi olsun; sanayisi/finans sistemi vd. mekanizmaları iyileştirilsin(!); hem alternatif modeller yaşama geçirilmeye çalışılsın.
Hem sanayici küsmesin; hem –giderek usul usul içinin boşalacağı açık olan- ekolojik paradigma ‘’doğa duyarlılığı’’ kıvamında dillendirilmeye devam etsin.
Yanılmayı dileyerek –biraz keskin gibi görünse de- bir tespit yapmak istiyorum; buradan bunca yılın ölümüne isyanını geleceğe taşıyacak alternatif bir yaşam modeli çıkmaz.
Çıkmaz; çünkü; önümüzde beşbin yıllık erkek egemen sistemin usul usul geliştirdiği, hücrelerimize kadar işleyen köleci bir yaşam algısının mekanizmalarının ağır gücü var.
İnsanlığın alternatif dişil/doğal yaşam inşa deneyimleri, yerel ve küresel politikalarla aşağılanmış, bastırılmış, cılız ve dağınık. Romantik söylemler olarak boğulmaya müsait, kapitalizmin eril kanlı politikaları karşısında fazlasıyla naif. Üstelikte alışılageldik ‘’konfor’’ pompalamaları karşısında; tek ödülün ‘’kaygısız, sahici bir gülümseme/özgür yaşam’’ olduğu, her tür mülkiyet ve iktidar alanlarından feragat edilen fazlasıyla zorlu/emek yoğun bir yaşam örme sürecinin sabır isteyen uzun bir yolu var.
Kritik anlar/kritik kararlar… kavşaklar/yol ayrımları…
Ekonomik döngüye dair atılacak adımlar; alışılmışı tekrarlamanın dayanılmaz hafifliği ile yeniyi doğurmanın ağır bedelleri arasındaki tercihler…
Burada topyekün siyasi irade açığa çıkmazsa; korkarım, bunca bedel, fiziki var oluş olarak Kürt kimliğinin tanınmasının onurunu kazanmak noktasında kilitlenip bırakılacak. Ve alternatif, doğa ile bütünleşmiş dişil/özgür yaşam düşleri -kimbilir ne zaman, hangi bedelleri yeniden göze alarak hatırlanmak üzere- ‘’büyüme’’; ‘’kalkınma’’; ‘’rekabet’’… algılarının yanıltıcı karanlık koridorlarında boğulmaya terk edilecek. Cinsiyet özgürlükçü/kadın devrimi yarım bırakılacak.
Oysa; bu toprakların doğal yaşam hafızası henüz canlı iken; ekonomi algısını kapitalist alışkanlıklardan arındırıp; insanın doğa ile bütün özgür yaşamı referans alınarak; kapitalizmin kirine/kanına daha fazla bulaşmadan ekolojik sıçrama yaşamak mümkün. Önümüzde dayanışma ekonomisi gibi bir alternatif var. Bugün kapitalist ölçülere göre ‘’gelişmiş’’ sayılan ülkeler ‘’ekolojik yaşama nasıl geri döneriz’’ arayışı içinde, artık toptan unuttukları masallarını, şifacılarını yeniden yaratmaya çalışıyorlar. Kürt halkı bu kadim bilgileri büyük bir direnişle korumuşken bu hafızayı doğal/özgür yaşama dönüştürme sorumluluğumuz var.
Ve zaten bundan otuzbeş sene önce ‘’kurumuş dalı yeşertmek’’ üzere yola çıkılmamış mıydı? İmkansız gibi görünen başarılmadı mı? Bu kuru dal; yeşerdiyse eğer, evrensel bütünlüğün temiz/taze vahalarından biri haline de gelebilir. İkircikli kuşkulardan sıyrılarak; Kürt halkının teoriyle pratiği birlikte ören güçlü birikimi; ekolojik/dayanışma ekonomisi üzerine yoğunlaşmış halklar ve dünya entelektüel birikimi ile buluşarak imkansız denilen yaşanır hale gelebilir. Kapitalizmin buldozerleri altında talan edilmiş doğası ile birlikte ezilmiş, kültürleri talan edilmiş dünya halklarının gözleri üzerimizde; umutlu destekleri bizimleyken bu mümkün.
Yeter ki, özgür dünya düşlerimizi boğmalarına meydan vermeyecek irade bütünleşmesini güçlendirelim.
Not- Bir sonraki yazımda ekolojik/dayanışma ekonomisine dair notlarımı paylaşmaya çalışacağım.
Amed, 21-23.Temmuz.2014
EKOLOJİ YAZILARI- IV
Devletsiz Toplum, Sınırsız Dünya!… II
düşler/gerçekler(!)
idealler/engeller
Devletsiz Toplum, Sınırsız Dünya!…
Ve onun doğaya/insana/özgür hallere değen ekonomi arayışları…
-II-
‘’Tüketim ekonomisini; başta kadın olmak üzere tüm insanlığı, doğanın tamamını,
kısaca tüm varoluşları ‘kullanım’’ felsefesi içinde egemenlerin ‘erk’lerini
sürdürme aracı haline getiren tüketim toplumunu sorgulayarak,
Tüketim toplumunun dayattığı ‘ihtiyaç’ algısını yeniden gözden geçirerek;
Emek değerinin hiçleştirilmesi ile üretimin uzmanlaşmasını, üretime yabancılaşmayı sorgulayarak…’’*
NEO KLASİK İKTİSADIN YARATICI YIKIMI- DAYANIŞMA EKONOMİSİ/EKOLOJİK EKONOMİ
Öncelikli olarak; burada ‘’Ekonomi’’ kavramına doğanın/emeğin talanıyla yürüyen ‘’büyüme’’, ‘’kalkınma’’ kavramlarına dayanan kar dürtüsünü tetikleyen, dolayısıyla eril egemenler ilişkisi oluşturan yapılanma/kurumlaşma yerine; toplumun/bireylerin özgür yaşam temelinde ihtiyaçlarının karşılanması için gerekli bir organizasyon olarak bakıldığını belirtmek istiyorum.
Bu yaklaşımın temelinde; Mezopotamya coğrafyasının çoğu zaman sert, kimi zaman şefkatli, ama her şeklide dayanışma ile birlikte yaşamın kültürel birikimi kadar ‘’üretim/tüketim/büyümeye dayalı model sınırlarına dayandı’’ saptamasından hareketle, mevcut neo-klasik/neo liberal ekonomi modellerini tedavi etmeye çalışıp sürdürme yerine; radikal bir şekilde ret eden iktisatçıların görüşleri de baz alınmıştır.
Bu görüşler; -kökleri daha eskiye dayanmakla birlikte sistemleştirilmesi- 20.yy.ın ikinci yarısından itibaren yaşanan küresel sarsıcı ekonomik krizlerle gündemleşmiş ve büyük bedellerle katkı verenlerin genişlemesiyle olgunlaşmış alternatif ekonomik modellerdir.
Radikal Demokrasinin inşa süreçlerini yaşayan bizler de görmekteyiz ki; ‘’Ekolojik Ekonomi’’, ‘’Dayanışma Ekonomisi’’, ‘’Biyonomi/Doğal Sermaye’’, ‘’Post-Otistik İktisat’’, ‘’Psikonomi’’, ‘’Biyo-Ekonomi’’, ‘’Geçimlik Ekonomi’’ gibi alternatif çözümleri ortaya atan bu iktisatçılar; tıpkı Kopernik’in astronomiyi, Freud’un psikolojiyi, Einstein’in fiziği dönüştürdüğü gibi ‘’iktisat biliminin kutsal yasaları’’ diye kabul edilenleri sorgulayan devrimci öncüler olarak anılacaklardır.*
Dünya bilgi dağarcığında ‘’Bereketli Hilal’’ adıyla da anılan Mezopotamya coğrafyası tarımın geliştirilerek ilk ekonomik faaliyetlerin olgunlaşmaya başladığı alan olarak da bilinmektedir. Bu bağlamda, dünya deneyimlerini kültürel birikimi ile harmanlayarak Dayanışmacı Alternatif Ekonomik modellerin bu coğrafyada yaşamsallaşması, pratiğinin kökleşmesinin büyük önem taşıdığı kanısındayım.
‘’LA ECONOMİA ES DE GENTE, NO DE CURVAS’’
–EKONOMİ BİLİMİNİN KONUSU GRAFİKLER DEĞİL, İNSANLARDIR.-**
Ekonomi modelleri üzerine çalışanşlar artık şunu sık sık dillendiriyor; ‘’İstatistiklere, rakamlara, matematiğe boğularak bireyin ekonomi algısını yabancılaştıran/manipüle eden günümüz neo-klasik ekonomi modellerinin ana sorunlarının başında, insan emeğinin ve doğanın umarsızca talanı ile gerçekleştirilen büyük üretim fazlası gelmektedir.’’ Krizlerin ağırlıklı nedeni, şirketlerin kar ve iktidar amaçlı aşırı üretimini pazarlayamamasından kaynaklandığı biliniyor. Çıkan savaşların çoğunun, doğal kaynak talanı kadar yeni pazar alanları yaratmak için ortak hukuk sistemi oluşturma çabasından kaynaklandığı da vurgulanıyor.
Binlerce yılın ortak yaşam birikimiyle olgunlaşmış kültürel birikimleri, yerel/toplumsal hukuku hiçe sayarak dayatılmaya çalışılan; kapitalist ekonomi modelinin ve hukukunun geri dönülmez şekilde yerleştirilme çabasıdır. Üretim/tüketim alışkanlıklarının küresel sermayenin gereklerine göre değiştirilmesi; yeni üretim/tüketim alışkanlıklarına göre yeni hukukun yerleştirilmesi -erkek egemen sistemde binlerce yıldır biçim değiştirerek gelen- küresel şirketlerin eril egemenlik ilişkisinin kendini yeniden üretmesi olduğu da.
Bu noktadan hareketle; binlerce yıldır kaybedilmiş, kendisi zaten doğa olan dişil dilin, kültürel birikimin tekrar açığa çıkarılarak; doğal/özgür yaşamın inşa edilebilmesi için ‘’ihtiyaç’’ olgusuna birey/komün/türler bütünlüğünde yeni bir denge arayışı ile bakılması ve ‘’kendi kendine yeten’’ ekonomi algısının yeniden hatırlanmasının elzem olduğu da…
‘’EKOLOJİK YAŞAM DESTEĞİ SİSTEMLERİNİN HİZMETLERİ OLMASAYDI, DÜNYADAKİ EKONOMİK FAALİYETLER DURMA NOKTASINA GELİRDİ. ARILAR BİR ANDA YOK OLSAYDI, DÜNYADA MİLYONLARCA MAHSULÜN DÖLLENME MASRAFINI KİM KARŞILAYABİLİRDİ?’’***
Ekonominin doğadan bağımsız iş görebilirmiş gibi davranmaya devam edemeyeceğini; insanın ekolojik ayak izinin dünyanın taşıma kabiliyetini aşmaya başladığını ve eğer insanlığın hikayesi devam edecekse artık –doğal sermayeyi- doğa değerlerini dikkate almamız gerektiğini tekrar tekrar vurgulamak gerekiyor.
Bu nedenle; ‘’ …Kolay ya da zor olmasını bir kenara bırakarak şimdiye kadar ‘’dışsal faktörler’’ diyerek göz ardı ettiği doğa değerlerini de dikkate alan ‘’Kararlı Durum Ekonomisi’’ne, ‘’Dayanışmacı, Ekolojik Ekonomi’’ye geçişi denemek durumundayız. ‘’Ekonomik büyüme’’ dediğimiz şey hiç de ekonomik olmayan bir hal almış durumda. Büyüme ekonomisi bizi yarı yolda bırakıyor… Ekolojik ve sosyal maliyetleri üretim menfaatlerinden daha hızla artıyor, giderek bizleri zenginleştirmek yerine yoksullaştırıyor. İki yüzyıl boyunca büyüme ekonomisinde yaşadık. Mesele şu; GSMH büyürken bizler gerçekten zenginleşiyor muyuz? Yoksa tam da bu yüzden yoksullaşıyor muyuz?.’’****
Yoksulluk, tüketilmesi mümkün hale getirilen ürünlerin (sadece klasik temel ihtiyaçların değil, hazır yiyecekten asfalt yola, standart tatil paketlerinden sezaryenle doğum yapmaya kadar endüstriyel ürün yelpazesinin büyük kısmının) kitleler tarafından talep edilmesinin sağlanması, ancak bu talebin karşılanamaması olarak da tanımlanabilir. Talep edilmesi sağlanan bu ürünler kendilerine ulaşamayan milyonları büyük bir hızla yoksullaşma algısı içine sürükler. Kalkınmanın yayılması; yoksulluğun yayılması ile, yoksulluğun yayılması yeni ihtiyaçların tanımlanması ile, yeni ihtiyaçları hak etmek bu ihtiyaçları(!) karşılayabilmiş, yani en yoksul kategorisinden kurtulabilmiş olmakla, nihayet kaçtıkça kovalayan yoksulluk algısının hiçbir zaman eksik olmaması ve tüm dünyayı kuşatmasıyla mümkündür. Bu anlamda ‘’yoksulluk’’ adeta sürdürülebilir kalkınma söyleminin reddedilemez kılınmasını sağlamak için hümanist ve neredeyse romantik bir temel sağlamaktadır.
‘’Kalkınma’’ , ‘’büyüme’’ gibi kavramları artık bir kenara bırakmanın zamanı gelmedi mi?
Bu noktadan hareketle; doğal toplum kültürlerinde farklı ifadesini bulan; herkesin doğayla, kendisiyle ve birbiriyle uyum ve denge içinde yaşamasına dayalı tamamlayıcılık, dayanışma ve eşitlik prensipleri çerçevesinde müşterek refah ve temel ihtiyaçların Tabiat Ana ile ahenk içinde karşılanması temel alınmalıdır.
YARIM SAATLİK TRAFİK SIKIŞIKLIĞININ GERÇEK MALİYETİ NEDİR?/ BİR KONTEYNER DOLUSU OYUNCAĞIN DÜNYANIN ÖTE UCUNDAN NAKLEDİLMESİNİN GERÇEK MALİYETİ NEDİR?
Görünen o ki; açığa çıkarılması gereken; ihtiyaçları minimize eden, ekolojik yaşam biçiminin -en az enerji ile dönüşen/atıksız üretim- ana prensipleri doğrultusunda; üretim süreçlerinde büyüme ve kalkınmayı değil; zenginleşme ölçütünü meta sahipliğinden, özgür/sağlıklı/yaratıcı zaman değeri ile değiştirerek, temel ihtiyaçların karşılanmasını hedefleyen; doğa talanına meydan vermeyen metotlar kullanarak yeşil istihdama ağırlık veren; endüstriyel değil, zanaat tarzı üretimle yerelin ihtiyaçlarının yerelde karşılandığı; yarışma değil dayanışma ağı ile paylaşmayı yaşamsallaşan ekonomi ve hukuk modelidir.
Bu yaklaşım; ‘’yeni bir finansal mimari tasarlama’’***** anlamına gelmektedir. ‘’Azamileşme, kar, üretme, satma, yatırım yapma döngüsüne endekslenmiş olan piyasa sistemini de çöpe atmak demektir… Faiz ödemeleriyle borçlanma üzerinden yürüyen finans endüstrisinin ıskartaya çıkarılması ve yerine bireysel servetleri artırmayacak şekilde kaynakların ulaşılır kılındığı düzenlemelerin getirilmesi demektir. Kazanma güdüsünden vazgeçmek gibi; aşırı tüketim ve büyümenin statü değil, utanç sembolü haline geldiği; ‘’geçimlik/armağan ekonomisi ile temel işlemin almak değil vermek olduğu, başkalarının size vereceğinin de bilindiği, başka bir deyişle anahtar ekonomik mekanizmanın ‘’armağan’’ olduğu; mülkiyet algısının ‘’komünal mülkiyet ve mülkiyet üzerindeki tasarruf hakkı’’ perspektifiyle yeniden tartışıldığı derin bir kültürel dönüşüm demektir.’’******
Bu yaklaşımların, doğa ile bir bütün halinde yaşama hafızası henüz çok taze olan Anadolu, Mezopotamya coğrafyasına çok da uzak olmadığını biliyoruz.
Notlarımı şu vurgu ile tamamlayayım;
Kazanım diye önümüze koyacağımız değer; tüketim toplumunun konfor diye sunduğu ve ulaşmak için köleleştirdiği nesne bolluğu mu; yoksa; doğal/kadim bilgiye yönümüzü çevireceğimiz yaratıcı/özgür zaman dilimi mi?…
Yüzlerce yıldır esir olduğumuz alışılmışı tekrarlamanın dayanılmaz hafifliği mi; kimi zaman olanca sertliğine rağmen doğanın özgürlük çağrısına kulak vererek yeni bir moderniteyi doğurmanın ruhsal/fiziksel arınmasını mı?…
Neyi tercih edeceğiz?…
Doğal yaşam hafızasını, masallarında, söylencelerinde, ritüellerinde, gündelik hayat pratiklerinde koruduğunu bildiğimiz Kürdistan halkının genel eğiliminin açık olduğunu görebiliyoruz. Bu eğilimi bütüncül hale getirme, bütünsel olarak açığa çıkarma sorumluluğunda olan siyasal/sosyal alanların, kurum kuruluşların -tarihi kararlar sürecini iyi analiz ederek- ‘’imkansız’’ yanılgısına, kolaycılığa düşmeyeceğine inanıyorum.
Dirmil-İstanbul-Amed, Mayıs-Eylül 2014
KAYNAKLAR-
*’DEMOKRATİK ÖZGÜR YAŞAM İNŞASINDA EKOLOJİ PARADİGMASINA DAİR NOTLAR’’ başlıklı notlar-ŞŞA.
*Adbusters-Neo-klasik iktisat çalışmaları ile bilinen akımın vurgusuna atıfla..
**Küresel ekonomi politikaları protestosunda Madrid Üniv. kampus duvar yazılarından.
*** ’’ Robert Costanza – Dünya Ekosistem Hizmetlerinin Değeri ve Doğal Sermaye, Nature Dergisi-
**** Bill Rees ve Mathis Weckernagel-Our Ecological Footprint: Reducing Human İmpact on Earth
**** Agenda 21, The Global Partnership for Environment and Development, Preamble 1.1. United Nations publication, Sales No. E.93.I.11
***** Peter Stalker- The No-Nonsense Guide to Global Finance
****** Ted Trainer- Sıfır Büyümenin Radikal Sonuçları
******* Tarık El Divani- People First Economy
******** Mehmet Genç- Osmanlı İmparatorluğunda Devlet ve Ekonomi
*********Josef Stiglitz- Freefall: America, Free Markets and the Sinking of World Economy
YARARLANILAN DİĞER KAYNAKLAR-
· Julie Matthael –Solidarity Economy: Building Alternatives for People and Planet / Economic History of Women in America
· Lourdes Beneria- Gender, Development, Globalisation: Economics as if People Mattered –feminist iktisat-
· Deborah Campell
· Tim Jackson- göreli kopuş/mutlak kopuş
· E.F.Schumacher –küçük güzeldir-
· İvan İllich
· Herman Daly –ekolojik küçülme iktisadı-
· Kirkpatric Sale –biyobölgecilik-
· Frederic Soddy
· Nicolas Georgescu-Roegen
· Keneth Boulding
· Bernhard Stiegler –For a New Critic of Political Economy
· P.A. Payutto- Buddhist Economics-aydınlanmış tüketim-
· William Kuhnert-1894 Kanada
· Darren Fleet
· Michael Hudson
· Charles Eisenstein
· Janneken Drange
· Andrew Dobson. Green Political Thought
EKOLOJİ YAZILARI- V
Devletsiz Toplum, Sınırsız Dünya!… (III)
düşler/gerçekler(!)
idealler/engeller
Devletsiz Toplum, Sınırsız Dünya!…
Ve onun doğaya/insana/özgür hallere değen ekonomi arayışları…
-III-
Şenlikli Toplum Düşlerini Beslemek ve Devletler/Sınırlar/Ordular ile Vedalaşmak
Hiç kolay iş değil!
Bir soru; ‘zenginlik’ algınız nereye tekabül ediyor? Kendinizi ne zaman/nasıl/hangi durumda zengin hissediyorsunuz? ‘Zenginlik’ algısının ‘güven içinde olmak’ algısı ile ilişkisi var mı? Kendinizi ne zaman/nasıl/hangi durumda güven içinde hissediyorsunuz? Bir yoksulluk sorununuz mu, yoksa, tüketim nesnelerine sahiplik ile ölçülen zenginlik sorununuz mu var? Açlıkla ölüm sınırına mahkûmiyetin bu zenginlik/yoksulluk sorunu ile ilişkisi nerede başlar, nerede biter?
Tümü ve çoğaltılabilecek bir dolusu aslında tek bir soru!
Ve sonra; gelin bir oyun oynayalım…
‘’Yarışma değil, dayanışma ve doğal harmoni’’ ilkesinin hâkim olduğu bir toplumsal dokuda yaşıyoruz.
Şimdi, bu topluma dair bir komünal yaşam simülasyonu yapıyoruz.
Bu toplum, mesela, toplumsal sözleşmesini aşağı/yukarı şu değerler üzerinden yapmış olsun;
· İnsanı merkez alan türcülüğü sorgulayarak doğanın bütün var oluşlarındaki değerleri evrensel bütünlüğün kendisi olarak algılayan;
· Doğadaki tüm var oluşlarla ve kendi türü ile ‘yarışmayı değil, dayanışmayı’ vurgulayan,
· Türünün binlerce yıllık değerler kazanımlarını reddetmeden dönüştüren,
· ‘Erk’ kavramının yaşam alanlarımızdan çıkmasını hedefleyen,
· ‘Güç’ ün yüceltilmesi olgusunu ortadan kaldıran, güçsüzlüğün erdemlerini selamlayan,
· İnsanın insan ve doğa üzerindeki ‘’mülkiyet/sahip’’lik olgusunu sorgulayan;
· Temel ihtiyaçlar üzerinden şekillenen,
· Tüketim değil, doğanın bütünlüğüne saygıyla emeği öne alıp üreten, üretimi paylaşarak çoğaltan;
· Evrenin fraktal/parçalı yapısını, kaosun dengeye, dengenin kaosa giden sonsuz yaratıcılığını temel alan,
· Pozitivist algıdaki zamanın düz bir hat üzerinde ilerlediği yanılsamasını hatırlayarak zaman kavramına doğa toplumlarındaki evrensel döngüsellik algısını geri kazandıran, yaşamsallaştıran;
· Bütün yaşam alanlarında kültürel dokunun birbiri içinden beslenen takibi üzerinden yaşamı inşa eden;
· Dayatmacı yaşam biçimini öneren simetriyi değil, sorgulama kapılarını açan asimetriyi öneren,
· Estetiğini ‘kusurlu güzellik’ kavramı ile ‘mükemmel’in sadece bir ‘ide’ olduğu bilgisi üzerine kuran,
· Kendini ve en yakın çevresinden başlayarak evreni olması gereken değil, varolan hali ile kendi iç döngüsü içinde dönüşümünü öngören,
· Canlı/cansız hiçbir var oluşu yargılamadan doğadaki tüm var oluşlara saygıyla yaklaşan, eşitlik ve bütünlüğü içselleştirerek evrensel yasaların ahengi içinde tüm varoluşları olumlayan, dinlemeye/anlamaya dönük incitmeme çabası içinde olan,
Bu minval üzre;
· Vs…
· Vs…
· Vs…
Bence, dişil/doğal/sağlıklı/şenlikli bir toplum olurdu.
Devam edelim;
‘’Yarışma değil, dayanışma’’ dediğimiz için, tüm doğal var oluş farklılıklarımızla birbirimizin eksiğini tamamlayan, birbiri üzerinde tahakküm kurma ihtiyacı duymayan, dolayısıyla ‘’erk’’ ve ‘’güç’’ algısını ters yüz etmiş bir topluluğuz. Bilgi, birlikte üretildiği bilinen ve paylaşılan temel yaşam değeri; dolayısıyla bilginin/bilenin egemenliği çoktan aşılmış. Kimsenin kendini ispatlama kaygısına ihtiyacı yok.
‘’Kâr’’ algımız, bol bol nesnelere sahip olmak değil, özgür/yaratıcı/sağlıklı/şenlikli zaman.
Sahiplenmeye/mülkiyete/biriktirmeye ihtiyacımız yok, çünkü, -en önce birbirimizin ihtiyacını gözeterek- bendekini arkadaşıma veriyor, arkadaşımdakini bana alabiliyor, takas edebiliyoruz. Sahiplenme/biriktirme bizi ‘kendimizi aşma’ yolculuğundan alıkoyan bir yük. Zaten toplumumuzda aşırı tüketim, şatafat statü değil, bir utanç sembolü. Sahip olma güdümüz, nesnelere bağımlılığımız da olmadığı için evlerimizin anahtarları da yok. –Sükûnete sığınacağımız yalın evlerimizde çalınacak ne olabilir ki?-
Temel ihtiyaçlarımızı kendi emeğimizle karşılarken onur duyuyoruz. Dostlara armağanlar, emeğimizle üreterek karşılanan ihtiyaçlar. Onlar da başkalarına kendi ürettiklerini sunuyorlar. Çok çok değerli armağanlar bunlar. Birbirimizin hayatını kolaylaştırıyor. Tek başımıza üretemediklerimizi birlikte üretiyoruz. Eğlenerek, zevkle. Ortaya çıkan ürünü neşeyle kutsuyoruz, keyifle tüketiyoruz, keyifle kullanıyoruz.
Aklımıza, ruhumuza yatmayan konular olduğunda geciktirmeden toplumun bilgisine sunup, sorunları paylaşarak çözümlüyoruz. Kimseyi yargılamadan, birbirimizi anlamaya çalışarak…
Şenlikli Yönetim/Radikal Demokrasi
“….Yönetim biçimimiz, yani yönetilmeme biçimimiz, dişil/şenlikli bir ufuk genişliği. Seçilmişlerin neden ve nasıl seçilmiş olduğunun bir türlü kavranamadığı bir hal içinde, yaşanılması düşlenesi en keyifli alan; yönetilmediğimiz, yönetmediğimiz; fikirlerin en geniş tartışılması ve kararların birlikte uygulanması ile açığa çıkan bir alan..
Üstlenilen sorumluluk sınırları haricinde, beni benden başka kimsenin temsil etmediği, etmesinin de aslında pek de mümkün olmadığı, sadece üstlendiğimiz sorumlulukları yerine getirmek üzere var olduğumuzu bildiğimiz dönüşümlü bir üretim biçimi…
Bu biçimiyle binlerce yıldır dayatılan yönetim/iktidar biçimlerine göre epeyce radikal…
Radikal Demokrasi, bireyi, birey kılar. Yaşam deneyimlerinden yola çıkarak sorumluluk almayı, sorumluluğu yerine getirmeyi, edimlerine sahip çıkmayı getirir.
Yönetilmenin kolaycılığından kurtarır. Yönetenin etrafında türeyen ‘ebleh’ler sürüsünün oluşmasını, yönetenin de zaman içinde ‘eblehleşme’sini engeller.
Yönetilmenin kendi doğası içinde ortaya çıkan kaypak zeminler içinde seçilmişe atfedilen hatalar zincirine yaslanarak, çözüm üretmeksizin süregiden şikayetcil bir yasam biçiminden kurtarır, sorular sordurur, hayata karşı yaratıcı çözümler üretilmesine kapı acar. Orada herkes, yapabilirliği oranında vardır. Kimse kimseye, neyi ne kadar yaptığının sorgulamasına giremez. …öngörür ki, sorumlu, işin bu ucunu tutabilmektedir, eksik uçlar diğerleriyle tamamlanır.
Bu baskısız üretim, özgürleşmeyi, özgürleşme de üretim halinin genişlemesini doğurur.
Yönetmeyi-Yönetilmeyi reddeden bu alan, ‚güç‘ ve ‚erk‘ kavramlarından arındırılmış bir alandır. Kimseye birşey ispatlamayı gerektirmez. Kendimizi ispatlama kaygılarından uzaklaşan söylemler içindeki yasam biçiminde de, ‚benim dediğim doğrudur’dan, ’ne kadar da hakli ve bilgiliyim’den kaynaklı kavgalara, ‚bak ben söylemiştim, gördün mü’lere ihtiyaç duyulmaz. Dolayısıyla barışçıldır.
Evet, biraz karmaşık, ama hiç de kaos değil. İçinde bulunulan üretim sürecinin kendi iç disiplinini oluşturduğu bir yaşam bicimi.
Problemleri yok mu? Çok, bence çok pek çok.. insan ruh hallerimizi yeniden kurgulamamız lazım gibi görünüyor.. ‚GÜÇ‘ kavramını tanrı katından indirmemiz, dolayısıyla, ‚iktidar‘ peşinde helak olmaktan vazgeçmemiz, ‚korkularımızla barışmamız… gerekiyor.*
Hazla doğayı gözlemliyoruz, doğayı takip ediyoruz. Yapıp ettiklerimiz doğal harmonide kesinti yaratıyorsa, var oluşun en ufak unsuruna zarar veriyorsa ‘bu işimizde bir yanlışlık var’ diyoruz; her ne ise işimiz, onu yeniden gözden geçiriyoruz.
Doğanın yol göstericiliğini derleyip toplayarak böyle uzayıp gidebilecek bu yaşamda güvenlik algısının dayatması devletlere, sınırlara, ordulara ihtiyacımız olmuyor nedense.
Akademia’nın İktisat Oyunları/Araçsal Rasyonalite
Kültür teorileri üzerine çalışmalarıyla tanınan Hollandalı tarihçi Johan Huizinga (1938) ‘Homo Ludens/Oyuncu İnsan’ eserinde oyunu kültürel dönüşümün en önemli kavramlarından biri olarak ortaya koyar. Buna bir ekleme yapmak istiyorum. –muhtemelen birileri çoktan söylemiştir, öyle ise, bir de ben tekrarlamış olayım;- İnsan, ne zaman ki oyunları ‘kendini keşfetmek/merak/aşmak ve tabi eğlenmek’ rotasından çıkardı, oyunun doğal akışını değişmez ilkeler haline getirdi ‘erk’i, ‘güc’ü yarattı; ‘akademia’larda beslenen eril/devletli topluma adım attı. Araçsal rasyonalite içinde şenlikli toplum boğuldu, unutuldu. Ve geriye -binbir şekle bürünüp evirilerek gelen- oyun ihtiyacı, devletli toplumların iktidar oyunları, savaş oyunları vb. kurumlaşmalarla bugüne gelerek iktisat oyunlarında düğümlendi.
Artık, insanlık eril/iktidar oyunundan vazgeçip, bir başka oyun kurmak zorunda gibi görünüyor.
Dişil/şenlikli toplum düşlerini yeniden beslemek ve zor da olsa, yalın/doğal bir iktisadın kapısını aralayarak, devletler/sınırlar/ordular ile vedalaşmak zorunda gibi görünüyor.
Artık –tekrar tekrar vurgulama, sahiden yaşamsallaştırma ihtiyacıyla;
· Doğanın bütün var oluşlarındaki değerleri evrensel bütünlüğün kendisi olarak algılayarak; insanı merkez alan türcülüğü sorgulayan,
· İnsanın insan ve doğa üzerindeki ‘’sahip’’lik olgusunu, insanı/doğayı köleleştirmesi kaçınılmaz ‘’mülk’’ algısını sorgulayan,
· Bilginin uzmanlaşması üzerinden hegemonik yapıların iktidarının oluşmasını ve doğa toplumlarının hayata dair çözümlemelerini formüle ettiği kültürel birikimlerini hiçleştiren bilim felsefesini sorgulayan;
Kısaca, hiyerarşik/iktidarcı yaklaşımları mahkûm edip devletsiz toplum, sınırsız dünya, ordusuz öz savunma felsefesini geliştirerek doğadaki tüm var oluşlara saygıyla, eşitlik ve bütünlüğü içselleştirerek evrensel yasaların ahengi içinde tüm varoluşları olumlayan bir şenlikli topluma yeniden adım atmak zorunda gibi görünüyor.
Yoksa yeni bir ‘Nuh Tufanı’ yakın!
Çünkü şu bilinen bir gerçek ki; bugünün bu zenginlik/yoksulluk algısı içindeki tüketim alışkanlıklarına göre, kuzey yarıkürenin tükettikleri ile 1,5 dünya gerekiyor. Tüm dünyanın Kuzey gibi tüketmesi için 3 dünya gerekiyor. Ve küresel ekonomi 2040’a kadar %3 büyümeyi sürdürdüğü taktirde, bu süre içinde, insanın iki ayağı üzerinde durduğu andan bugüne geçen sürede tükettiğimize eşit miktarda ekonomik kaynağı tüketmiş olacağız.
Bu nedenle; doğal toplum kültürlerinde farklı ifadesini bulan; herkesin doğayla, kendisiyle ve birbiriyle uyum ve denge içinde yaşamasına dayalı tamamlayıcılık, dayanışma ve eşitlik prensipleri çerçevesinde müşterek refah ve temel ihtiyaçların Tabiat Ana ile ahenk içinde karşılanması temel alınmalıdır.
Buradan tekrar başa dönersek; evet, ‘şenlikli toplum düşlerini beslemek ve devletler/sınırlar/ordular ile vedalaşmak’ hiç de kolay iş değil. Ve fakat, çok açık ki, kapitalizmin devamı zorlamalarından daha imkansız değil!
Notlarımı şu vurguyu tekrarlayarak tamamlayayım;
Kazanım/zenginlik diye önümüze koyacağımız değer; tüketim toplumunun konfor diye sunduğu ve ulaşmak için köleleştirdiği nesne bolluğu mu; yoksa doğal/kadim bilgiye yönümüzü çevireceğimiz yaratıcı/özgür zaman dilimi mi?
Yüzlerce yıldır esir olduğumuz alışılmışı tekrarlamanın dayanılmaz hafifliği mi; kimi zaman olanca sertliğine rağmen doğanın özgürlük çağrısına kulak vererek, bir ekolojik sıçrama yapıp gönüllü sadelikle, şenlikli, yeni bir moderniteyi doğurmanın ruhsal/fiziksel arınmasını mı?…
Neyi tercih edeceğiz?…
Çünkü biliyoruz ki, neyi tercih edersek, o oluruz!
Dirmil-İstanbul-Amed, Nisan/Mayıs-Kasım 2014
KAYNAKLAR-
* ‘Şenlikli Toplum’ –ŞŞA 1998
* ‘Kadının Komünal Yaşam Simulasyonu’-ŞŞA 2003
*’’DEMOKRATİK ÖZGÜR YAŞAM İNŞASINDA EKOLOJİ PARADİGMASINA DAİR NOTLAR’’ başlıklı notlar-ŞŞA 2012
EKOLOJİ YAZILARI- VI
içimizdeki ‘’erk’’i, içimizdeki erkeği öldürmek!
Devletsiz Toplum, Sınırsız Dünya
ORDUSUZ ÖZ SAVUMA
Çünkü; toplumsal algıda, ezilen halkların kadim hafızasında ‘’ordu’’, egemenlerin talan gücüdür, devletlerin saldırı gücüdür. Bu nedenle, özgürlük mücadeleleri anti-militaristtir.
‘’Öz savunma’’ varlık ile yokluk arasındaki çizgide saldırgana ‘dur’ deme halidir. Saldırganın gücü oranında, evet, son kerteye kadar başvurmadığı araç/silah kullanır. Silahı amaç edinmediği, son kerteye kadar kullanmadığı içindir ki, haklılığı meşrudur. Paradoks gibi görünse de, evet, öz savunma anti-militaristtir. Güvenlik/silah endüstrisinin hayatları, doğayı, yaşam kaynaklarını, kültürleri talan eden bütün unsurlarına karşı teslim olmayı, ‘’erk’’i yeniden üretmeyi reddeder.
Ne zaman ki özgürlük mücadeleleri, kendini kalıcılaştırma adına sistemleşir; tehdit algısını gerekçe edinerek ‘’ordu’’ kavramına savrulur; olmazsa olmazı ‘’öz savunma’’ya haklılık kapısını kapatır, karşı çıktığı sistemin ‘’kendisiyle aynılaştırarak eritme’’ tuzağına düşer, güvenlik algısının kısır döngüsü içinde tükenişin başlangıcına imza atar.
Dünya egemenler tarihi yazmasa da; halkların hafızasının, hak karşısında yenilmiş/silinip gitmiş ordularla dolu olduğunu biliyoruz. Ve aynı zamanda haklıyken haksız hale dönüşün, mağdurken mağrur hale gelişin ince çizgisindeki savruluşların sonuçlarını biliyoruz, binlerce kez yaşadık.-Bir gün, bu orda burada saklanmış dişil tarih, yeniden, başka türlü yazılacak elbette.-
‘’Güçsüzlüğümün gücünde yeşeriyor tırnaklarım’’*
Ağlamak…
Gözpınarlarında birikmiş soykırımları, yangınları, talanları akıtmak…
Doyasıya… Ta ki, yürekte yangın sönesiye…
Öfke, birikir; bir yol bulur, bendini yıkar, fışkırır. Ama şiddetle, ama silahla… Ama gözyaşı, ama suskuyla…
Ama… ama… ama mutlaka fışkırır.
Ağıtları hep kadınlar yakar. Neden?
Kadınlar ağlar, erkekler ağlamaz. Neden?
Zamanın hangi anında erkekler gözyaşlarını bastırmayı, dağıtmayı, unutmayı, umursamamayı seçti? Gözyaşları çalınan erkekler zamanın hangi anında öfkelerinin taşmasını şiddete dönüştürdüler? Buradan nasıl bir güç devşirdiler? Nasıl silahlandılar, nasıl ordulaştılar? Yarattıkları ‘güç’e nasıl tapındılar? ‘’erk’’ ve ‘’güç’’ nasıl aynılaştı?
O zamanlardan bu zamanlara yol uzun, dolambaçlı; -soruların ipuçları egemenlerin tarihinde, destanlarda, efsanelerde saklı- lafı kısa edelim.
‘’Erk’’ binbir kılığa girip içimize, hücrelerimize sızdı; tahtını kurdu, yerleşti. Kendini yeniden yeniden üretti.
Din, Devlet, Ordu oldu. Baba, koca, -erkek- kardeş oldu. Nesneleşti; ev, araba, mal-mülk oldu. Sanayi, ekonomi, konfor oldu. Biri gitti, öbürü geldi; biri gitti öbürü geldi…
Her talan ettiği varoluşta sızım sızım öfkeler biriktirdi. Varlık ile yokluk arası sınırda, hep öz savunma imdada yetişti. Meşru bir hak olarak kayıtlara geçti.
Bugün Kürdistan’da yaşanan, bu kadim med-cezir’in bir başka yüzü.
Hiçbir varoluşun kabul edemeyeceği vahşetiyle IŞİD piyonunun öne sürülmesi karşısında HPG/YPG güçlerinin imkânsızlıklar içinde sade bir ‘can’la direnişi, bölgede olmazsa olmaz bir ihtiyacı görünür kıldı. Muktedirlerin savunmasız halklara dönük fütursuz vahşi şiddetine karşı öz savunma yapılarının zorunluluğunu. Ve hızla, geleneksel alışkanlıklarla ‘’ordu’’ tartışması başladı.
Böylesi süreçler, hayatın önümüze sürdüğü test anlarıdır. Erkeğin gözyaşını yitirdiği anlar gibi anlardır.
Kürt Özgürlük Hareketi, böylesi süreçlerden çokça geçti. Ve her seferinde, -halkların vicdanında meşruiyete yaslanan- güçsüzlüğün gücünü ve haklılığını tercih etti. Bu defa da öyle olacağını düşünüyorum. Çünkü; PKK hareketi ve Önderliği çok uzun zamandır devlet yerine özyönetim diyor. Orduların ulus devletin saldırı gücü olduğu algısının yaratacağı, kendini yeniden üretme etkisini görmezlikten geleceğini zannetmiyorum. Ordu kavramını yaşam alanlarımızdan silip, öz savunmayı güçlendirerek özgürlük yolculuğuna devam edeceğini düşünüyorum. Umarım ve dilerim yanılmayacağım.
Derler ki; ‘’ne yaptığın önemli; ama nasıl yaptığın da önemli’’
Eril olan, hedefi önceller. Dişil olansa, hedefe giden yolun kendisini. Birinde, ‘’hedefe varan her yol, mubah’’ olur; diğerinde, ‘’hedefe varan yolun aşkı olur; yolun besleyici armağanları ile özgürlükleri genişletici soluğu’’ olur. İkisinde de -dar anlamda- amaç gerçekleşir. Ancak, bırakılan izler ve aslında yaşanan anın tozu dumanı çöktüğünde görünür hale gelen farklıdır. En haklı amaç bile olsa; birinde yaşanan, neyi/nasıl parçaladığını görmeden eril olanın, tekil ‘erk’ olgusunun yeniden üretimidir. Diğerinde yaşanansa, kolektif, her katkı verenin kendini de görebildiği, çoğalma, genişleme, yaratıcı özgürlük duygusudur.
Tüm erk odakları; erk’ini var ve sürdürülebilir kılan çoğunlukları koruma algısını besler. Ordular böyle üretilir.
Özgürlük mücadelelerinin önüne, kendisiyle aynılaştırarak asimile etmek/eritmek üzere, son kartlardan biri olarak öne sürer. Güvenlik algısının kısır tuzağına çeker. Hangi amaçla olursa olsun, kurulursa, er ya da geç saldırır. Eninde sonunda, işlevlenmek için saldırır. Güvenlik endüstrisi ve bilumum çarkları bu temelden kendini sürekli yeniden üretir. Silah varsa, gözünün önünde sallanıp duruyorsa, birgün, en zayıf anında patlar.
Yeni yangınlar, yeni talanlar… yeni gözyaşları. Göz gözü görmez, el eli tutmaz, haklı haksız karışır yeniden…
Ne zaman ki, halklar içindeki ‘erk’i öldürür, ‘güç tanrısını’ tahtından kovmaya döner; ‘erk’ sahibine, ‘’senin beni korumana ihtiyaç duymayacak bir dünya istiyorum; saldırının ve onu besleyen araçlarının olmadığı bir dünya…’’ taleplerini yükseltir; orada, yalın/yüreğe değen gözyaşları gibi naif ama güçlü başka araçlar açığa çıkar. Ve belki, erkeklerin de gözyaşları özgürleşir. Ve sanki, şiddet, talan, soykırım ancak erkeklerin de gözyaşları özgürleştirdiğinde son bulur. Çünkü biz, toprak ananın sesine kulak verenler biliyoruz ki; yangınları, gözyaşlarının arındırıcı yalınlığı söndürür. Durmaksızın tekrar tekrar yeni yangınlara sebep olan ‘erk’ alanları/iktidarlar/ordular değil!
Ez cümle; ‘’Sınırsız Dünya, Devletsiz Toplum, Ordusuz Öz Savunma’’
Amed, 09.Eylül.2014
* ’’Erk’’ öyküleri şiirinden/1982. Şehbal Şenyurt
Ek bir not;
Ölümle yüzlesmeyi, ölüm korkusu meselesini ciddi ciddi tekrar masaya yatirmayi ve kanimca ölümle barismayi göze almadan bu sorunlarin üstesinden gelmek zor olacak, baskici savrulmalar derinlesecek gibi görünüyor.
Nürnberg, 30.Nisan.2020
Kommentare sind geschlossen.