Cezaevlerindeki koşulları anlamak, hissetmek zordur. Hani derler ya; “yaşanmadan bilinmez” diye… Öylesi yerlerden biridir cezaevleri de… Hele ki, Türkiye gibi “defacto diktatörlük”* ile yönetilen ülkelerde! Hele ki, bu defacto diktatörlükte dünyayı esir almış pandemi koşullarında! Ve sadece ve sadece, yaşadığın ülkenin demokratik bir ülke olmasına çaba gösterdiğin için cezaevindeysen… asılsız suçlamalarla, delilsiz, ispatsız, yalan tanıklarla, iddianamesiz… yıllardır rehin tutuluyorsan… bir “intikam” rejiminin açık hedefi isen… cezaevlerinde günleri anlamak zor! Zulümkar hergün yeni gündemler dayatmakta… hak savunucuları hergün yeni ihlal, şiddet, baskılardan hangi biriyle uğraşacağını şaşırmış… yaratıcı zekalar kilitlenmiş… savrulmalar… İçerdeyken dışardaki sessizlik çivi gibi batar insana… Dışarda hukuk bitmiş, sözler bitmiş, sesler kuytularına çekilmiş… İçerde bedeninden başka çığlık kalmamış… Böyle zamanlarda bazen açlık grevine girersin… Son çare… son çığlık…
Türkiyede çok sık görülen direniş eylemlerinden biridir açlık grevleri… ardından ölüm oruçları… İktidarlar umarsız, örgütler farklı çözümler üretmekten aciz… bir bir düşer bedenler… vicdanları kanata kanata… sonra unutulurlar… yıldan yıla anma günleri hariç! yaralar çabuk kabuk bağlar, gün günlük işlere dolanır.
Yine de direniştir; insanlar direnir! haksızlığa, hukuksuzluğa… ölerek, kalarak, yılmadan.
Türkiyede hak savunucuları, diğer sayısız anti-demokratik uygulamaların yanı sıra, şu sıra yine cezaevlerindeki ölüm oruçları gündemiyle mücadele ediyor.
Geçen haftalarda 12 Eylül Askeri darbesinin ardından 1984 yılında kurulan, muhalefetini sadece ve sadece müziği, türküleri ile sürdüren Grup Yorum üyelerinden Helin Bölek ölüm orucunun 288. gününde, İbrahim Gökçek 323. gününde hayatlarını kaybettiler. Talepleri yıllardır yasaklanan konserleri üzerindeki yasağın kaldırılması, kültür merkezlerine baskınların kesilmesi, tutuklu bulunan diğer Grup Yorum üyelerinin serbest bırakılmalarıydı.
Türkü söylemek istediler, sadece Türkü… Türkiyede -yüzlerce yıldır gelenektir- türküler direnişleri birbirine bağlar. Türkülerden korkan Erdoğan rejimi gencecik sanatçıları toprağa gömdü, ama türküler söylenmeye devam ediyor.
Mustafa Koçak da ölüm orucunun 297. Gününde hayatını kaybetti. 28 yasındaydı. 29 kiloya düşmüştü. İşkenceler görmüş, yalan söylediğini itiraf eden gizli tanık beyanları nedeniyle müebbet hapise mahkum olmuştu. İsteği yeniden yargılanmak, adil yargılanmak idi.
Şimdi ise, Av. Aytaç Ünsal Burhaniye Hapishanesi’nde adil yargılanma talebiyle 108 gündür, Av. Ebru Timtik ise Silivri Kapalı Hapishanesi’nde 139 gündür adil yargılanma talebiyle ölüm orucunda. Onlar Avukatlar. Hak savunucuları bu kez savunma makamını savunmak zorunda kalıyorlar. İzmir Şakran Kadın Hapishanesi’nde bulunan Didem Akman ile Özgür Karakaya da adil yargılanma talebiyle 92 gündür ölüm orucunda.
İktidar ve herkes, dünya politikacıları birkez daha sınanıyor.
Hatırlanacağı üzere geçen yıl da HDP Milletvekili Leyla Güven 1999 yılından bu yana İmralı Adasında büyük izolasyon koşullarında tutuklu bulunan Abdullah Öcalan üzerindeki tecridin kaldırılması talebiyle açlık grevine girmişti. Leyla Güvenin ardından Türkiye ve Avrupada, dünyanın birçok ülkesinde yüzlerce insan aynı taleple açlık grevindeydi. Dünyanın heryerinden yapılan toplumsal baskılar nedeniyle Erdoğan rejimi bu talebi görmek zorunda kalmış, Öcalan ile bir görüşme gerçekleştirilerek onun isteği üzerine ölüm oruçları sonlandırılmıştı.
Daha önceki yıllarda da defalarce yüzlerce insanın açlık grevlerine girdiği, iktidarların, toplumun ölüm oruçları ile sınandığı dönemler oldu.
Türkiyede yaşanan “ölüm oruçları” fenomeni çok katmanlı bir sorun. Sosyo-politik, sosyo-psikolojik, kültürel, dini… derin temelleri var. Anlamak için, Türkiye, Mezopotamya, Ortadoğu halklarının “yaşam/ölüm/yaşam” döngülerine nasıl yaklaştığını kavramaya; iktidar mekanizmalarının binlerce yıldır oluşturdukları en küçük muhalefete bile soluk aldırmayan zulümkar geleneksel yapısına, politik çıkmazlardaki direniş adacıklarının tepkisel yapılarına, reddettiği otorite ile benzeşen yapısal çaresizliklerine bakmaya, antropolojiden sosyoloji, siyaset bilimine varan disiplinler arası analizlere ihtiyaç var.
Doğarsın/yaşarsın/ölursün… Doğarsın/yaşarsın/ölursün… Herbir safha kendi başına çok değerli, ama hiçbiri birbirinden daha değerli değil! Buradan, bu kısacık ömür-zaman diliminde ‘nasıl yaşadığın’ sorusuna gelirsin. İdealler pompalanmış ‘anlam’ dünyasında kendine bir yerler edinirsin. İktidarlar zulmüne ‘anlam’, ezilenler direnişine ‘anlam’ biçer. Dünyanın her toplumunda olduğu gibi. İktidarların zulüm mekanizmasının güçlü olduğu topraklarda ezilenler bin yöntemi deneyip, son ama son olarak, alana canlarını sürer. Kaybedecek ne kalmıştır? Bir can! Dayanışma ağları/mekanizmaları bir yandan güçlü, öte yandan bir o kadar korkak ve yoktur! Direnenler yalnızlaşır. Bir kısır döngüdür kurulur ve bir kez kısır döngüye girildi mi, ölümüne direniş bir çıkış gibi kutsanır! Buralarda bir yerlerde, sorgulanmamış din faktörü devreye girer. “Şehitlik” mertebesine ulaşmak! İktidarlar ve direnenler “şehitlik” kavramına farklı anlamlar yükleseler de, temelde öte dünyaya işaret ederler. “Düşüncelerim ve varlığım ideal dünyalarda/ideal zihinlerde yaşamaya devam edecek!” Öyle de olur! Kısır döngü kısırlığını besleyerek var oluşunu yeniden, yeniden üretir. Türküler yakılır, anmalar, unutmamalar… Çağlar ölümüne direnenlerin efsaneleriyle örülür. Öyküler, şiirler, anlatılar onlar üzerine kurulur, pasifizmin umut adacıkları olurlar. Paradoksal biçimde adil bir dünya talep etmekle birlikte etkin mücadele metotları geliştiremeyenlerin güç aldıkları çıkış adacıkları. Bu kutsama halleri içinden direnenler son ama son halde ölüme gitmekten çekinmezler. Burada artık ölüme gidenlerin değil, bu gidiş sürecine sessiz kalanların, bu gidiş halini etkin çözümler üretemeyerek seyredenlerin kendi iç sorgulaması başlar! “Nerede duruyorum?”, “yaşamı savunuyorsam, ölüme gidene ‘gitme’ mi diyeceğim yoksa ölüme gidişe neden olanlara ‘dur, yeter artık’ mı diyeceğim?” Amansız bir iç tartışma başlar toplumda. Ölüme gidene “dur” demek kolaydır. Ölüme neden olan iktidarlara “artık yeter zulmün” demek zor! Göğüslenmesi gereken bedeller ortaya çıkar. Dünya egemenleriyle karşı karşıya gelinebilir; insan katledilebilir, hapislere alınabilir, sürgünlere sürülebilir! Daha da acısı ezilenlerin kendileri tarafından ötekileştirilebilir, yalnızlaştırılabilir! Dünyayı, toplumları, dönüşümü iyi anlamak, ona göre yılmadan örgütlenmek, dayanışma ağlarını beslemek gerekir. Mücadele edilen zulümkarla benzeşmeden ölümden değil yaşamdan güç alan yeni metotlar yaratmak, yeni metotlarla direnmek gerekir. En önce senin farklı ve aykırı olanı dinleme pratiği geliştirmiş olman gerekir. Bunlar, yeni direniş gelenekleri yaratmaya başlamak anlamına gelir. Ve zor! Çok zor!
Ölüme gidenlerin düşünmediğini, kandırıldığını, hayatı umursamadığını, hele hele kahramanlaşmanın büyüsü içinde acı çekmediklerini düşünmek kolaycılıkdir, yanıltıcıdır. Toplumsal dokuya, kendimize, seyirciliklerimize dair derin, çok derin tartışmalar yürütülmesi gerekir. Bu insanların hayata tutunmalarını ancak seslerine kulak vererek, taleplerini anlayarak, ulaşamadıkları yerlere ulaştırarak sağlayabilir, yaşamda kalmaya dönük metotlar geliştirmelerine katkı verebiliriz.
Türkiye ve dünya hak/hayat savunucuları bu ölüm oruçlarıyla bir kez daha yeniden sınanıyor. Nerede duruyoruz?
Kommentare sind geschlossen.