1 – Neden yurtdışına çıktınız? Ülkenizin durumu hakkında ne hissediyorsunuz? Geldiğinizden bu yana birşeyler değişti mi?
Hayata biraz gündelik akışın dışına çıkarak baktığımızda, her ne kadar herkesin birbirinin oyuncağı olduğunu görebilsek de, kişisel olarak farkındalık ve kabul dışında birilerinin oyuncağı olmak fikri insanı içten içe sinirlendiriyor doğrusu. Hele ki, bir diktatörün iki dudağı arasından çıkacak bir sözcükle işleyen sistemde kazanılmış bütün haklardan mahrum bırakılmak, ucu bucağı belirsiz sürelerle hapse girmek! Ne o, barış istedik diye! İçten içe toplumu çürüten nedenleri; görülmeyen, duyulmayan, yok sayılıp yok edilmek istenen hakları, halkları, varlıklarını, talepleri işaret ettik, yüksek sesle söyledik diye! Türkiye’de oyunun kuralları -hele ki yargı sisteminin kuralları- hep söylenegeldiği/olması gerektiği gibi işleseydi, elbette ki burada olmayacaktım. Yaşananlar kararların, atılan adımların sonucudur. Ama oyun, taraflarca belirlenen kurallar çerçevesinde kalırsa devam edersiniz. Taraflardan biri kuralları şiddetle, zorbalıkla, bin bir trükle kendi istediği şekle sokuyorsa, sonuna kadar direnir ve birgün ‘’Hayır! Artık yeter!’’ dersiniz. ‘’Senin yargı sistemine Teslim Olmuyorum, ben senin oyununda Yokum!’’
Türkiye’nin temel sorunu başta Kürt halkına dönük olmak üzere –temelde bütün halklara dönük- ırkçı uygulamalara karşı yaklaşımım nedeniyle, çeşitli görünür görünmez tehdit ve baskılardan sonra, yıllar önce (2011’de) yaptığım bir konuşmadan dolayı içeri alınmıştım. Gözaltına alındığım tarihe (2017’ye) kadar geçen süre içinde devlet eliyle yaşatılan yaşanan vahşet nedeniyle hergün bir şeyler söyledik, hergün yazdık, çizdik! Belliydi ki ucu bucağı olmayacak bir süreç başlıyor. Birgün içeri alınıyorsunuz; ertesi gün, üç ay sonra, beş ay sonra bırakılıyor; sonra tekrar bir iddianame bile olmadan, belirsiz sürelerle tekrar gözaltına alınıyorsunuz. Üretilen korku atmosferini beslemek için -özellikle sesi yüksek çıkan insanlar için- ‘’tutuklanma ihtimali’’ kılıcı sürekli tepenizde asılı duruyor. ‘’Bana sıra ne zaman gelecek’’ diye paralize olduğunuz günler! Bu değil ama, özellikle ve genel olarak, mücadele yöntemleri konusunda yaratıcılığın kaybedilmeye başlanmış olması, kişisel olarak da, her tarafa dönük eleştirilerimle mücadele olanaklarımın sınırına geldiğimi hissetmek yurtdışına çıkma kararımda etkili oldu. Hep aynı yöntemleri deniyor, aynı sözleri söylüyor başarılı olamıyor ama yine de aynı yöntemlerde dönüp dolaşıyorduk. Bu durumda ya hapse girecektim ya da kendimi susmaya zorlayarak vatandaşı olduğum topraklarda neredeyse gizlenerek yaşayacaktım. Susamayacağımı biliyordum. Bir fırsatım vardı, sürgünü seçtim.
Dolayısıyla aslında kendimi ‘’kaçmış’’ olarak görmüyorum. En başta ifade özgürlüğü olmak üzere tüm kazanılmış insan haklarının tamamen ortadan kalktığı, yargı sisteminin bir diktatörün zulüm aracı haline geldiği bir ortamda, diktatoryal sistem yargısına teslim olmayı reddettim. Kaçmak mücadeleyi bıraktığın zaman yaşanır. Bizler politik sürgünler gittikleri her yerde mücadeleye devam ediyoruz. Ve elbette ki bu dönem de bitecek! Sözümüzü yine bizi biz yapan topraklardan söyleyeceğimiz günler de gelecek!
Türkiye halen bir Açıkhava hapishanesi! Her ne kadar İstanbul seçimlerinin tekrarlanması sonucunda -iktidarın güç kaybetmesiyle- bir soluk alınsa da, tünelin ucunda ışık görünse de demokratik sürece geçiş kolay olmayacak. Çünkü Türk milliyetçisi/ırkçı zemin kökleri derinlerde sert bir kaya gibi kalmaya devam ediyor. Erdoğan’ı sarsan tarafların ne yazık ki çoğunluğunu oluşturan bölümü bu noktaya dokunacak gibi görünmüyor. Büyük bir oranda, şimdiye kadar onlar da buradan beslendiler. Bu konuyu samimiyetle masaya yatıran ve hatta de-facto demokrasi bloğu oluşturarak Erdoğan’ın sarsılmasına zemin yaratan tarafsa yılların kara propagandasına maruz kalarak kriminalize edilmiş durumda. Bütün halklar/bütün farklı kimlikler için eşit yurttaşlık temelinde yeni bir Anayasa süreci zorlu geçecek. -Tabi, şimdilik yenilgi sürecini sindirmeye çalışan, sessizleşmiş görünen iktidar yeni oyunlar yaratmayıp bu noktaya gelinebilirse!-
2 – Çıkışınız nasıl oldu, şimdi sürgünde olmak yazılarınızı nasıl etkiliyor?
Böyle bir sorunun yaşanabileceğini öngörebildiğim için pasaportumu ve vizemi her daim yenileyip hazır tutuyordum. Serbest bırakılır bırakılmaz, ertesi sabah yola çıktım. Yurtdışı yasağı koymamışlardı; muhtemelen zaten yurtdışına çıkmam, bir sesin daha eksik olmasıydı. Oyunlarının bu kısmını kabul ettimJ)
Sürgün süreci benim için adeta kendimle yeniden buluşma süreci oldu. Geçenlerde bir başka sürgün arkadaşla konuşuyorduk. ‘’Daha önce kendim için yazıyordum, şimdi halkım için yazıyorum’’ dedi. Bende ise kısmen tersi oldu galiba. Daha önceki yazılarıma baktığımda, -kendimi iyileştirmek için ve hiçbir zaman gün yüzüne çıkmayacak sayıklamalar misali yazdıklarım da dâhil- neredeyse onu benim yazmış olmam haricinde kendime dair hiçbir iz yok gibi. Tabi ki, kendi üslubum var, kendi görme biçimim var ama ‘’ben’’ kavramı topyekûn yok olmuş. Mücadelenin içinde, hep birilerine olayların görünmeyen yanını göstermeye çalışmaktan, başkalarının öykülerini anlatmaktan ve muhtemelen çocukluktan beri takıntılı olduğum ‘’iktidar’’ kavramı sorgulamalarımda ‘’bireyin içindeki iktidarın zuhur etme biçimleri’’ üzerine vardığım saptamalar nedeniyle de olabilir; bir şekilde kendimi iyice silikleştirip, kendimi dillendirmeyi unutmuşum ve belki de, hatta hiç öğrenmemişim. Biraz absürt, değil mi? Burada ufak ufak ‘’ben’’ demeyi öğreniyorum. Eski halimi seviyorum ve tabi ki istemesem bile koruyacağım, ama belli ki yeni bir dengeye doğru adım atıyorum. Kaynayan kazanın içinden çıkıp yeniden kendine, dünyaya yeniden, ama bu defa kendinden yola çıkarak bakmak gibi; belki yaraları başka türlü sarmaya çalışmak gibi.
(Eskiden olsa bu cevapları bile tamamen ‘’ben’’ kavramı kullanmadan ve yine de kendimi koyarak vermenin bir yolunu bulurdum.)
3 -Almanya’da kendinizi nasıl hissediyorsunuz?
Fanus! Sanırım birçok sürgün aynı duyguyu yaşamıştır.
Sürgün hayatı, bütün iniş-çıkışlarıyla, tutku ve coşkularıyla etrafınızda süre giden ve sizi sarıp sarmaladığı yanılsaması yaratan, ve fakat, bütün o canlılığa dokunamadığınız bir fanus hayatı!
Etrafınızda bütün canlılığıyla bir hayat sürüyor; ama siz bu hayatın içine giremiyorsunuz, dokunamıyorsunuz bile! Ne yaparsanız yapın, bir fanusun içindesiniz. Sürgün, sanırım, işte böyle bir şey. Habitatınızı kaybetmişsiniz, yeni habitatta dil, ilişkiler… köksüzlük bariyerleri… Durup durup kapınıza dayanan dönmek düşleri! Çoğu zaman soluğunuz kesiliyor!
Hayata dokunabildiğinizi hissettirebilecek donanımlar geliştirmeye çalışıyorsunuz. Dili öğrenmeye çalışmak gibi, etkinlikler, davetler, kimi dostça buluşmalar… Giderek, ürkek adımlarla çeşitli çalışma süreçlerine girmek…
Olmuyor, yine de eksik bir şeyler var. Fanustan çıkamıyorsunuz!
Almanya ve özellikle PEN desteği sayesinde, geçmişte yapıp ettiklerimin güçlendirici deneyimiyle bu fanusu eritmeye çalışıyorum. Emin değilim ama herhalde bir gün başaracağım! Şimdilik dönüş yakın görünmediğine göre, bununla baş etmek zorundayım.
4 – Gözaltı sürecinize dair hatırladığınız özel bir anı var mı?
Hukukun normal işlemediği bir ülkede olduğunuz için gözaltına alındığınızda sizi hangi süreçlere doğru sürükleyeceklerini bilemiyorsunuz. Neyle suçlanacaksınız? Yöneltecekleri ’’suç’’un karşılığı nedir? Ne ile suçlandığınızı ne zaman öğreneceksiniz, hatta öğrenebilecek misiniz? Yıllarca nedenini bile bilmeden içerde kalmak var!… Hangi keyfiyet sizi parmaklıklar arasına koymuş, hangi keyfiyet ne zaman salıverecek!
Komedi!…
Biliyorsunuz ki, yaptığınız her şey, söylediğiniz her sözcük evrensel insan hakları mücadelesinin bir parçası. Sinirlerimi, öfkelerimi söküp attım, -görevlilerle tartışmanın alemi yoktu, onlar ‘’bir vatan hainine hükmetmenin milliyetçi gururuyla taşıdıkları ödevlerini yerine getiriyorlardı, onlara söylenecek bir söz yoktu!- Diğerlerine zaten gerekli sözleri söylendiği için buradaydım; herkes üzerine düşeni yapıyordu velhasıl!- Sakindim. Milyon yıldır, iktidarlar ve muktedirler var olalı beri bu süreçler yaşandı, yaşanmaya devam edecek. Bari kendimi kasmayayım dedim, bol bol yoga denemeleri yaptım. (Bildiğimden değil, bir yerlerde gördüklerimdenJ) En dar zamanlarımda kendime hep hatırlata geldiğim şu sözü tekrarlayıp durdum ‘’iyi şey de, kötü şey de sonsuza kadar sürmez!’’ Tabi her yerde kameralar var; her daim gözleniyorsunuz. Bulunduğum yerden görevlilerin ofisindeki sesler uzaktan uzağa duyuluyordu. Yoga denemelerine ilk giriştiğimde odadaki seslerin birden bire kesildiğini fark ettim. Öyle ya, mahkûm birden bire durduk yerde garip hareketler yapmaya, garip şekiller almaya başlamıştı. Hastalanıyor muydu, çıldırıyor muydu, ya da kendine zarar mı vermeye çalışıyordu? Hemen sonra biri geldi kontrole. Sonrasında da her defasında içerden seslerin kesildiğini fark ettim. Muhtemelen onlar benimle eğlendi, ben de onlarla!
Bu süreçte beni etkileyen en önemli nokta, dışarıdaki arkadaşların duvarları tuzla buz eden destekleri oldu. Olağanüstüydüler. Onların canhıraş desteği olmasaydı salıverilir miydim, bilmiyorum! Salıverildikten sonra okuduğum sinemacı kadın arkadaşların ‘’Ustamıza dokunma!’’ sloganı hala beni yüreklendirmeye devam ediyor! Ve tabi arkadaşların getirdiği yemekler… Zaten dışarıda da hep beslenme sorunları yaşadığımı bilen arkadaşlar, içeri alınsın alınmasın, orada bulunan herkesi besleyecek kadar yemek getirip durdular. İnanılmaz bir seferberlik hali yaşadılar… ‘’Vay canına!’’ dedim kendi kendime. Bu güzel insanlar için, bu güzel insanlarla her tür zulüm göğüslenir, her tür zindan yıkılır!
Bu nedenle, kendi deneyimimden de yola çıkarak söylemeliyim ki, hapisteki siyasi tutsaklarla, düşüncelerinden ötürü haklarından mahrum edilenlerle dayanışma eylemleri çok ama çok önemli! Asla unutmamak, asla unutturmamak! Sadece bilinen, tanınanları değil, tam da asıl, adı-sanı çokça da bilinmeyenleri tespit etmek, dillendirmek, dayanışma duygularını duvarların içine sızdırmak!…
Duvarların dışında bütün kapıları çalarak onlar için de mücadeleye devam etmek…
5 – Neye inanırsınız? Sadece dinle ilgili olmasi gerekmez, mesela “karma“…
‘’İnanç’’ mı? Hayır!
Bunca soru varken; sorular cevapları, cevaplar yeni soruları doğururken; durmaksızın dönüşüm gözlerimin önünden/bedenimin içinden akarken; evrenin sürprizlerle dolu çeşitliliği içinde insan algılarının limitleri apaçık ortadayken inanmanın rahatlatıcı lüksüne bulaşamadım hiç. Dönemsel olarak bazı görme biçimleri ilginç oluyor, hepsi bu!
‘’İnanç’’ cevap verdiğini varsayar, bu cevapları bulduğunu ifade edenleri kahramanlaştırır, genellikle de ‘’tek’’ yönü işaret eder; bense cevaplardan çok soruların, kahramanlardan çok anti-kahramanların, yönlerin/boyutların/var oluşun ‘’çok’’luğunun, bütüncül etkileşimin peşindeyim sanırım. Soruların tetiklediği dönüşümün mucizevî seyrinin… Bu durum ‘’inanç halleri’’ne biraz ters düşüyor, değil mi?